27 Aralık 2015 Pazar

sadece sevmişti...


Karşısındaki dağınık yabancıya baktı bir süre, öyle yitik, öyle çaresiz görünüyordu ki...
Ağlamaktan kan oturmuştu gözlerine, öyle durgun, öyle mahzundu ki…
           İnanamadı, aynadaki kendisini  tanıyamadı..!
Şu ağlak, şu zayıf, şu tükenmiş kadıno güçlü, o mağrur, o gururlu kadın mıydı?
Kızarmış gözaltı torbalarına dokundu şefkatle…

Eskiden de bu kadar gözyaşı taşar mıydı içinden?
        Eskiden de böyle ansızın ve çığ gibi büyür müydü acı? 
Hatırlayamadı!
!
Bir okyanus gibi hissederdi kendini bir zamanlar; şimdi kıyısız bir deniz gibiydi…

Dalgaları kovalayan deli bir rüzgârken o, şimdi savruk bir yelkenli gibiydi…

Dört mevsim açan yediveren gülüyken o, şimdi köksüz bir nilüfer gibiydii...
!
Kimseye sezdirmeden dindirmeliydi bu fırtınayı ve şu iflah olmaz gönlünü vurup yerlere tuz buz etmeliydi…
Ama kıyamazdı; o hâlâ oradayken, bunu yapamazdı, onla bu kadar dolu gönlünü, yerden yere çarpamazdı!
Peki,  bunca cam kırığını nasıl onaracak, bunca yükü nasıl kaldıracaktı yürek?
Sessiz çığlıkları umutsuzlukla gecenin soğuk duvarına çarptı…
!
Anlamaya çalıştı;
Tüm bu acılar ne uğruna ve niçin yaşanmıştı, niçin yaşanıyordu?
!
Oysa sadece sevMİŞti ...Biraz da sevİLMek istemişti…
Hepsi buydu..!

********

5 Aralık 2015 Cumartesi

yaş kemale erince...


Yaşınız kemale erince öğreniyorsunuz insanları olduğu gibi kabullenip, sevmeyi…
Yaşınız kemale erince öğreniyorsunuz varlığıyla zenginleştiğiniz insanları hayatınızda tutabilmeyi ve sizi mutsuz eden insanları usulünce hayatınızdan çıkarabilmeyi…
Yaşınız kemale erince keşfediyorsunuz küçük şeylerle mutlu olmanın sırlarını ve o zaman anlıyorsunuz acıların insanı  olgunlaştırdığını...
”Artık kaygılarımdan kurtuldum, huzurlu ve mutluyum ” dediğiniz o olgunluk çağında yaşadığınız bazı olumsuz olaylarsa tamamen değiştirebiliyor yaşamınızın rotasını…
İşte o zaman hayatın hiçte sizin inandığınız, düşlediğiniz ya da planladığınız gibi devam etmeyeceğini ve bir gün en değer verdiğiniz insan/lar/dan, ya da en sevdiğiniz şeylerden vazgeçmek zorunda kalabileceğinizi anlıyorsunuz...
...
“Küçücüktü, güneşi son derece az alırdı ama çok şirin bir bahçesi vardı…
Yaz-kış uyanır uyanmaz bahçeye çıkar, cıvıldaşan sabah kuşlarının sesini dinler, mevsimine göre çiçeklerle, meyve fidanlarıyla, özene bezene diktiğim domates, biber fideleriyle ilgilenirdim. Büyüyen çitler sokakla arama yeşil bir duvar ördüğü için dışarıyı görmez, kendi yarattığım saklı cennette saatlerin nasıl geçtiğini anlamazdım.
Yoğun işlerimden dolayı bahçeme birkaç gün ilgisiz kalacak olsam, özlerdim…
Nice misafirler ağırladım erik ağacının gölgesinde, nice kutlamalar yaptık sıcak kış bahçesinde…
Daha güzel, daha manzaralı, daha yeni bir ev söz konusu olduğunda o ev, özellikle bahçesi için benim vazgeçilmezimdi..!
Hayli hüzünlü,  ama o evden ayrılmak gerekliliği doğduğunda beni en çok yaralayan, alışık olduğum düzenden, rahat yatağımdan ya da salondaki konforlu kanepeden değil, bahçesinden ayrılmak zorunda kalmamdı…
Engel olamadığım gözyaşlarım; tüketilenlerden ziyade, sil baştan yaşamak zorunda olduğum o tatsız şeyler, bir de ben gidince öksüz kalacağını sandığım bahçeM içindi…”
...
Şimdi…
Sokak kedileriyle oynaştığım o yemyeşil bahçenin tadında olmasa da, her akşam güneşi doyumsuz renklerle dağların ardına uğurladığım, sık sık gökyüzünü, bulutları, yıldızları seyre daldığım bir terasım,  terasımda sayısız saksım, saksılarda sakız sardunyalarım, kasımpatılarım, limon, portakal, begonvil fidanlarım ve nane, fesleğen, taze soğanlarım var…
Henüz dalında cıvıldaşacak bir ağaç bulamasalar da, koyduğum ekmek kırıntılarını yemeye gelen âşık kumrularım, gri güvercinlerim ve neşeli serçelerim var.
Yani, asla yapamam sanırdım ama yanılmışım, çoktan alıştım bahçesizliğe, bilmiyorum bahçeM alıştı mı bensizliğe?
...
Huzur-kargaşayla, gözyaşı-kahkahayla,umut-hayal kırıklığıyla iç içeymiş öğreniyorsunuz, önyargılarınızı yıktığınızda...Ve anlıyorsunuz, birazda kendiniz için yaşamanız gerektiğini, yaş kemale ulaştığında.!
                                                     
                                                         *****

13 Kasım 2015 Cuma

Eskimeyen Hikaye'M...




Sonbaharın son yaprakları savruluyor sokaklarda...

Gecenin mavi ıssızlığına
gölgeler düşerken çoğalmak zamanlarında,
her defasında “SENsin” diye uzanıyorum
göğün çıplak karanlığında kayan parlak yıldızlara…

Herkes biliyor eskimeyen hikâyeMi,
biliyor da, bir sorsalar, bir daha sorsalar,
dur-durak bilmeden anlatıvereceğim ezberimdekileri;
yıllar yalnız saçına değil, diline de vuruyormuş insanın meğer…

Yok yok böyle olmayacak, anlatmaktan vazgeçip yeniden yazmalıyım HikâyeM'i,
kendimi, seni…
Yapabilir miyim?
Kaderi sil baştan yaz/dır/abilir miyim?

Peki “Seni artık unuttum!” desem; inandırabilir miyim seni, kandırabilir miyim kendimi?

Günler-haftalar-aylar geçmiş ömrümden, mevsimleri, kocaman yılları bitirmişim;
ama gel gör ki bir seni bitirememişim içimde…

Dilimde eskimeyen hikâyem, dilimde eskimeyen şarkım ve sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses, içimde bir nefes olarak kaldıkça, bitiremem de…



********

24 Ekim 2015 Cumartesi

sitem...




Çoktan yakıldı
yazdın saydığım mektuplar...

Bana baktığın resimler de yok artık ah!..

Bilsen, 
yaşadığın şehir ve ismin ne kadar yabancı!..

Sesin uzak, 
sesin ta eskilerden,
yüzün az biraz tanıdık!..

Dokunduğun yerleri çoktan kazıdım tenimden 
haberin var mı?




***

20 Ekim 2015 Salı

Suçlu Aşk mı?



Gece ve ay isteksizce yerine çekiliyordu...

Dingin, serin, gölgeli koyda, güneşin ateşten renkleri kırılıyor, yansıyor, ilk sabahı haber veriyordu.

Biraz ilerideki küçük adacığın hemen kenarında uçan martılardan biri, hızla suya hamle yaptı.

Su devindi, halkalar halinde ayaklarının dibine kadar yol aldı.

Dupduru, mavi, lekesiz deniz...Huzur...

İskelenin ucunda oturup, aşağı sarkıttığı bacaklarının arasından suya baktı…

Gümüş çerçeveli kristal bir aynadan yansıyormuşcasına net görünüyordu yüzü; gözleri, çizgileri, hattâ ruhu…

Artık her şey yolunda, her şey tamam, her şey yerli yerindeydi...


Bir de gelgitleriyle başa çıkabilseydi..(!)

...

Bütün küçük parçalardan-ayrıntılardan oluşuyorsa, hayat anlık duygulardan mı ibaretti?
Dolayısıyla hayatmutlu ve mutsuz anların bir toplamı mıydı?
Çocukluk masalları, gençlik düşleri, gerçekler..(!)

Bugünün gerçekleri, eskinin masalları ve düşleriyle beslenmemiş miydi?
Bugünü şekillendirmek için, bir yandan o düş-masal bahçelerinde umutla koşarken bir yandan acılara rest çekmekten yorgun düşmemiş miydi?

Yoksa hayat, yaşanan gerçeklerle, gerçekleşemeyen hayallerin bütünü müydü?

...

Şu sonsuz evrende, varlığıyla kapladığı alanın ne kadar küçük olduğunu ve hayat denen karmaşanın içinde kendi sıradan varlığının ne kadar önemsiz olduğunu düşündü.
Yaşadıklarını, gerçeklerini, hayallerini  ve en çok hatalarını sorguladı.
Çoğu kez yanlış zaman, yanlış insan ve yanlış tercihler yüzünden üzülmüştü, incinmiş-örselenmişti.
En güvendiği dağlara Temmuz sıcağında karlar yağmıştı da, düşleri  suya düşüvermişti hani...Bir yanı "Olmaz!" derken, diğer yanı tutkular büyütmüştü sıradan sözcüklerin-eğreti aşkların peşinde hani...
Ama sonunda bir gün, yüreğine söz geçirmeyi öğrenmişti. Yaşanmışlıkları yok saymayı, dahası onu acıtan pek çok şeyi anahtarı kaybolmuş çekmecelere hapsetmeyi öğrenmişti.
Yine bir gün, kendisinin kendisine yaptığı haksızlıkları ve artık kendisini suçlamaktan vazgeçmesi gerektiğini fark etmişti, rahatlamıştı...
!
Ama...
Suçlu olan kendisi miydi yoksa?
?
Emin olamadı, ayrımsıyamadı; suçlu belki hayat, belki diğer insanlar, belki de aşktı...
Eğildi, sudaki yansımasını izledi...
!
"Hayat denen bilinmezlikte, onun sıradan acılarının, hüzünlerinin, aşklarının; Tüm bu duyumsadıklarının kendinden başka kimde izi kalabilirdi?"
                                              


***

11 Eylül 2015 Cuma



Ay ne zaman bütünler geceyi,
ben hep böyle yarım kalırım…

Seni düşünürüm
elimde değil,
seni yazarım, seni anlatırım…
(Dinle!)
Üçer beşer toplarım gökteki yıldızları
sana verebilmek için...
Özlemle ağılanır yürek ve sen biraz daha şiirleşirsin içimde...
Derken esrik bir karayel dağıtır aklımı ki, delirMemek mümkün değil…
İşte o an kendime benzetirim denize koşan şu çılgın nehri;
oda benim gibi düşer, dağılır paramparça…

Belki de milyonuncu kez anlarım;
(Sen de anla!)
Aysız gece gibidir yokluğun; kaRanlık…kaPkaRanlık!..


*********

1 Eylül 2015 Salı

PLAYBOY KIZLARI


80 li yıllardı. Hatırladığım kadarıyla, Playboy Dergisi yurtdışı menşeli bir dergi olduğu içinTürkiye’de satılmazdı. Sanırım okurların aynı kategorideki bir dergiye olan talebini karşılamak üzere, o yıllarda Erkekçe adlı bir dergi piyasaya çıkmıştı. Cinselliğin özellikle kadın vücuduyla ön plana çıkarıldığı bu dergiler, çok alenî olmasa da hafif bir gizlilik içinde elden ele dolaşır, içindeki resimler ve yazılar hayli ilgi görürdü.
Yine aynı yıllarda, adını şu anda çıkaramayacağım bazı erkek dergileri vardı ki, ya sansür yasaları gereği, ya da mahremiyete işaret etsin diye şeffaf poşet içinde satılırdı. Zaman zaman o dergiler elimize geçince, "içinde ne var ne yok?" diye merakla incelerdik ve genellikle, sıradan magazin haberleriyle, yarı çıplak-göğüslerinin ucu siyah bir yıldız, yada bantla kapatılmış kadın resimleriyle karşılaşırdık.
Dahası, gazetelerin en arka sayfasına, şu aşağıda verdiğim linkteki Playboy kızlarıyla benzeşen kızlardan birinin yarı çıplak resmi basılır, haber olarakta “ciklet çiğnerken dişini yuttu” ya da “öksüz köpek yavrularını evlat edindi” nevînden uydurma haberler eklenirdi. Bu tür haberlerin, gazeteler için tiraj davası olduğunu algılıyorduk elbette, ama dalga geçerek de olsa ilgilenmekten geri kalmıyorduk.
İşte böyle bir devirde bir gün, yurtdışıyla bağlantısı olan bir arkadaş, servise bir tomar Playboy Dergisi getirmişti. Serviste bulunan kadın-erkek hepimiz, o efsane dergileri nefes almadan, merakla, üstelik mesai saatlerinde (!) sümen altlarına gizleyerek hatim etmiştik.
Erkeklerin o resimlere bakarken neler hissettiklerini tahmin etmek zor değildi elbette!..
Ya bendeniz ne yaptım dersiniz?
Ben de herkes gibi o dergilere olan merakımı yenememiştim elbette, ama bir günah işliyormuşum duygusuyla, müthiş bir suçlulukla, çok utanarak, hem de kızların verdikleri o cüretkâr pozlara  çok şaşırarak, (muhtemel ki ağzım açık :) incelemiştim.
Ancaaak...İnce bir nokta vardı benim için; Dergideki kızların resimlerine bakarken kendimi öyle ezik, öyle ezik hissetmiştim ki sormayın! Çünkü dergilerdeki tüm kızlar muhteşemdiler, seksiydiler, çekiciydiler. E haliyle ben de çok kıskanmıştım onları, hem de çok..:))
Defalarca, hasetle, her birinde kusur aramaya çalışmıştım da lânet olsun, bir türlü bulamamıştım.
Olmaz ki kardeşim, bu kadar da kusursuz olunmazdı ki. Hepsi bir içim suydu. Hepsi Afrodit’i bile kıskandıracak mükemmellikteydi. Muhtemel ki "Ve Tanrı kadını yarattı" sözü Brigitte Bardot için değil, bu kadınlar için söylenmişti.
Hepsi mi yukarıdakinin boş gününe denk gelmişti? Hepsi mi özene bezene yaratılmışlardı?
Peki, benim/bizim günahım/ız neydi? Ben/biz niye onlara benzemiyordum/k?  
Belli ki ben/biz gariban/larçok yoğun bir çalışma zamanında,  iki arada bir deredeşu işi de aradan çıkarıverelim de olsun bitsin tavrıyla yaratılmıştım/k…:) 
Neyse, asıl meseleye geleyim; dün gece İnternette gezinirken, bir resim galerisi ve başlığı dikkatimi çekti; "Bir zamanlar Playboy Güzeliydiler"
 Haydaaa! Gelde bakma şimdi! Tabi linki hemen  tıkladım...
Baktım, baktım, bir daha, bir daha baktım...Ben de bir rahatlama, bir gevşeme, ağzımda yandan çarklı küstah ve muzaffer bir gülümseme...
Niye mi?
-Siz de baktınız mı linkteki resimlere?
-Efendim???
-Eveeet, haklısınız, mihrabı  halâ yerinde olanlar var, kabul ediyorum ama genel olarak o fıstıklardan eser kalmamış gerçek bu işte! 
Neyse...
Hah hah hayyyyyy!  Hiç güleceğim yoktu be! Çok mutluyum, çoook! Canıma değsin!
Kız  ne hale gelmişsiNiz öyle?  Hani nerede o seksi duruşlar, o seksi gülüşler?    
O bakışlar ne kız, pörtlek pörtlek? Ya o kırış kırış olmuş suratınıza ne diyeceğiz?
Haydi bakalım, sıkıysa şimdi alın erkeklerin aklını başından! 
Haaa, o bomba gibi göğüsleriniz de meğer hep silikonmuş ya, yeni öğrendim! (Sizin yüzünüzden boş yere yıllarca omuzumuz çökük, ezik ezik dolaşmışız yahu!)
???
Anlamadım? Beni mi merak ettiniz?
Hımmm...Vallahi değişen bir şey yok!...
Eskiden de sıradan-ortalama bir hatundum, şimdi de öyleyim.
Eskiden de kimsenin nefesini kesmiyordum, şimdi de öyle.
Üstelik şu anda, ne yüzümdeki çizgiler, ne selüliitlerim, ne sarkmış oram buram kimsenin dikkatini çekmediği gibi, uzun yıllardır  beni görmeyen arkadaşlar;“Ah şu Fatma ne güzel kadındı, şimdi ne hale gelmiş! “ demiyor, bilakis;“Ay Fatmaaa, helal olsun kız hiç değişmemişsin!” diyorlar...
Yaaaaa! OhhhhHHH! Sefam olsun, sefaaaM!..
Ne demişler? "Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!"
 Çıkıyormuş, çıkıyormuuuş..:)
!                                                                          
Çok teşekkür ederim Allahım, çok teşekkür ederim!  Beni özenerek yaratmadığın için, beni yaratırken çok zaman harcamadığın için ve beni vasat  bir  hatun olarak yaşlandırdığın, için!..:))

                                                                        

13 Ağustos 2015 Perşembe

Derin ve İhtiraslı Sev!




''Derin ve ihtiraslı sev!
Kalbin kırılabilir ama hayatı dolu dolu yaşamanın tek yoludur''
der, Eric Fromm......

Sığ denizlerde yüzmeyi kanıksamış kişi, ayağıyla zemini yoklar sık sık...

Öyle alışmıştır; ''Yere değmek, güveni hissetmek'' demektir.

Bilir ki, boyunu aşacak olası bir dalga nefesini keserse, dibe yapacağı hamlehayatîdir.
Önemli olan, gerektiğinde kolayca suyun üstüne çıkabilmek ve nefes alabilmektir.
Kıyıdan uzaklaşmaksaecele davetiye çıkarmaktır, bilir.
O yüzdendir yaşadığı açık deniz korkusu...
 (O yüzdendir aŞktan, ihtirastan kaçıŞı belki de...

Birçok şeyin anlamını yitirdiği bir zaman diliminde ansızın,

denizin derinliklerini tanımak, anlamak düşerse kişinin yüreğine, tüm geç kalmışlığa rağmen...

 Bunun yanında kendini anlamak ve anlamlandırmak/da istiyorsa kişi...
Ve
yabancı sularda soluklanmanın cezp ediciliğine karşın, 
ebediyen soluksuz kalma ihtimaline aldırmıyorsa artık!..
Ancak
göze alamadığı en önemli şey; 
örselenmek, incinip kırılmaksa halâ!..

...

Rivayet bilinir ya;
“Güneş'e âşık Kardelen, sevdiğini görmek için, buz tutmuş toprağa direnerek, yeryüzüne çıkmayı başarır her defasında ve bu eylemiyle ömrünün ne kadar kısaldığının bilincinde olduğu halde;
''Aslolan anlardır, yaşanan süre önemli değildir!'' der ya...
...
Hercaîlik asla semtine uğramadıysa kişinin ama bir gün gözyaşlarından yapacağı gökkuşağını umut ederek kardelen olmayı düşlemeye başladıysa?

Korkuları bertaraf etmenin gizi sevmekse ve o bunun yeni farkına varmışsa?
Ve
Derin ve tutkuyla sevmek,
gerçekten de hayatı dolu dolu yaşamanın tek yoluysa!?



***

1 Ağustos 2015 Cumartesi

UZAKLIKLAR...fatma iyibilgin: Her aşk bir gün biter!/mi?

UZAKLIKLAR...fatma iyibilgin: Her aşk bir gün biter!/mi?: Dediler ki; AŞK bir gün biter! Hele kayıtsızlıkla; her AŞK   bir gün biter! İnanmadık; aradık, aradık… Hayret; g...

Her aşk bir gün biter!/mi?




Dediler ki;
AŞK bir gün biter!

Hele kayıtsızlıkla;
her AŞK bir gün biter!

İnanmadık; aradık, aradık…

Hayret;
gerçekten tek bir ayak izi bırakmamıştı gidenler arkasında!..

Bekledik;
hasretin en bıçkın zamanlarında bile çalmak bilmedi kapılar...

İstedik, gidemedik;
tarifesizdi seferler sevgilinin yaşadığı diyarlara...

Öznesiz sevdalarda aradık  kaybolan kendiMizi, bulamadık...

Avunuruz sandık mesnetsiz sevgilerle,
neredeyse boğula yazdık!..

Çıraktık, usta olduk dert çeke çeke de, öğrenemedik yine; 
“her aşk bir gün biter” miş
-meğer-


*****

26 Temmuz 2015 Pazar

aşk üzerine...


Duygularımız; kararsız-belirsiz-şekilsiz…

Tıpkı mevsim dönüşümlerinde doğanın yaşadığı kararsızlık gibi...

Tıpkı eciş bücüş gösteren aynalardaki biz gibi…

Neden?

Bir yanda aşktan uzak durmak gerektiğine inanan düşünce,
bir yanda inatçı-gözü kara-pusuda bekleyen aşk duygusu…

Yıllarca beklentisiz sevmenin biriktirdiği duygularla sevdik çoğumuz;
bıkmadan, sadakatle, vefayla…
Meğer kabuk altına gizlenmiş yaralar çok acıyormuş zamanla ve
geçmişi yaşanmamış saymak çok yoruyormuş insanı…

Yalın ve çıkarsız sevgiler çok uzaklarda kalmışken,
bedenlere değil ruhlara talip sevdalılar artık bir hayal olmuşken,
şerefine kadeh kaldırılacak sevgililer çoktan maziye gömülmüşken,
aşktan vazgeçmemek nasıl bir çelişki?

Ruhlar saydamlaştıkça neden yabancılaşır birbirine sevenler?

Sevildiğinden emin olunca neden terk eder ruhu aşk?

Farklı rüzgârlarla savrulduğumuz,
yaprak olup dalına tutunduğumuz,
uğruna kan içip kızılcık şerbeti bildiğimiz o destansı aşklar neden yok artık?

Pekiyi, ufak bir dokunuşun izini yıllar boyu öpüp kokladığımız yada
sadece şarkılarda buluşabildiğimiz sevgililer nerede?

Neden öfkeyle-sitemle beslenir oldu aşk ve
neden her defasında elimizden düşen kristal bir bardak gibi un ufak?

Ehil olmayan yüreklerde heba olup gidiyor/mu AŞK!?

24 Temmuz 2015 Cuma

Seni soruyorlar ya bana...


Seni soruyorlar ya bana,
artık saklamıyorum;
“Hayli zaman oldu,  
sol yanımdaki tahtı boşalttı ve gitti”
diyorum…

“Şimdi nerede?”
diyorlar...
“Çok uzaklarda"
diyorum…

"Mutlu mudur?"
diyorlar...
"Bilmiyorum!"
diyorum...

(Sahi, mutlu musun?)

“Özlüyor musun?”
diyorlar...
“Gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyormuş”
diyorum…

“Olur ya  bir gün geri dönse ?”
diyorlar...
“Artık  zamanı geçti,
onu düşününce sızlamıyor burnumun direği,
içimdeki boşluksa üşütmüyor  eskisi gibi"
diyorum…

Şaşıyorlar/Şaşırıyorum...



***

3 Temmuz 2015 Cuma

bu aşk yanlız benim...

                                                                                                 
                                                                                                    

                                                                                            Nasıl olur?
Elimde bir tutam/cık hatıra,
ama
aklımda bu kadar sen!

Bir gölge gibi düşüyorsun
 yine
zihnimin en sensiz köşelerine...

Kanatları mavi bir kuş havalanıyor düşümde
ve
martılar konup kalkıyor senin denizlerine..

Bir beyaz bulut gönderiyorum yaşadığın şehrin üzerine, özlem dolu,
sonra
saklanıp rüzgarın nefesine, esiyorum sana doğru…

Senden arda kalan bu aşk yalnız benim,
evet benim;  halâ  bir su damlası kadar saf ve temiz…

Derinden ve uzaktan sevmenin burukluğunda terk ediyorum Unutmak Ülkesi'ni
bu gece 
ve
içimde çoğalan adını, sessizce bırakıyorum gökyüzüne,
duyuyor musun?


***

9 Haziran 2015 Salı

Kulakların Çınlasın!..


Önce yollar girdi aramıza,
sonra yıllar…
Ayrı ayrı şehirlerde yaşaDık ,
ayrı ayrı yaşlaNdık…
...
Hani bir gün,
kanıksanmış bir ayrılığın hüznüne kafa tutup,
üç-beş kadeh rakının dibinde
yok saymıştık yaşanmamışları.

Hatırlamıyorum;
Mayıs mıydı aylardan, yoksa Haziran mı?
Şimdiki gibi anason kokulu bir ilkyaz akşamıydı işte...
Karşımda sen vardın ve yıldızlar yağıyordu gökten üstüme

O zaman da yıkanmış mıydı Ay denizde sere serpe?
O zaman da karşı kıyılar bu kadar ışıklı mıydı?
Şu kanun çalan adam, aynı adam mıydı? Aynı adam aynı şarkıları mı söylemişti o gece de?
Sahi o zaman da fal tutmuş muyduk şarkılardan?
Sen söyle; O zaman da hasret mi düşmüştü bana?
Anlayamamıştım, neydi beni sarhoş eden?
Şarkılar mıydı aklımı çelen, yoksa dokunamadığım ellerin mi?
...
Bu akşam yine,
sevdanın o vazgeçilmez penceresindeyim...
Yaşanabilecekken kaçırılmış bir aşkın anısına, biraz Akdeniz gönderiyorum sana…
Ve
        isminin dilimdeki mayhoş tadına aldırmadan,
bir tutam hatıra, bir ah,
bir de şarkı gönderiyorum…
“Kulakların çınlasın!”


***

6 Mayıs 2015 Çarşamba

UZAKLIKLAR...fatma iyibilgin: birikmiş anıların gebeliğinde...

UZAKLIKLAR...fatma iyibilgin: birikmiş anıların gebeliğinde...: Ne zamanki, güneşin doğduğu yerdeyim, ne zamanki, buğulu bir akşamın mavisinde… Ne zamanki, bakır rengi bir ayın kalb...

birikmiş anıların gebeliğinde...





Ne zamanki,
güneşin doğduğu yerdeyim,
ne zamanki,
buğulu bir akşamın mavisinde…

Ne zamanki,
bakır rengi bir ayın kalbindeyim
yada
manolyalı bir hayal bahçesinde,
sokağa taşan bahar dalı olurum;
    dağınık mı dağınık, asi mi asi…

   İşte o an;  takılıp giderim haşarı bir kırlangıcın ardına, çığlık çığlığa... 
                     
Biri durdursun artık; başım dönüyor iğde çiçeklerinin kokusundan
    ve
          şu Çingene boyamasın artık bulutları pembesine!

   -Birikmiş anıların gebeliğindeyim-

Zamana yenilmiş aşkların hüznünde -rağmen- özlemin tükenmezliğinde…

Dilime takılan bir aşk ezgisindeyim, kabuklanmış bir yürek yarasının iyiceliğinde…

Yığılmış düşleri harcama arefesindeyim...
     
Hatırlamaktan yorgun
 ve
 besbelli
unuttum sandığım lacivert bir gecedeyim…

                                                                              

***



aşk her şeyi değiştirir...









Herkese eşit uzaklıktaymış AŞK; 
adilmiş zengine-fakire...


Sunağına uğrayana; eli bol, gönlü açık,
     tükenmez kaynakmış suyundan içene...

Vazgeçilmez bir sonsuzluk rüyasıymış aşk;
kötüyü-iyiye, çirkini-güzele,
gerçeği-düşe, olanaksızı- mümküne
sevgiyi-tutkuya, mutluluğu-acıya,
  akıllıyı-çılgına, aydınlığı-körlüğe,
    uyumu-çatışmaya çeviriyormuş...
                                                                              
         Yaşadık, gördük; her şeyi değiştiriyormuş aşk.
Kendi özgürleştikçe ruhu tutsak kılıyormuş mesela; direneni, boyun eğer hale getiriyormuş...
                
Üstelik Her şey güzel olacak” diye kandırıyormuş bizi,
hem yalancı, hem üçkağıtçı, hem de tefeci ne olacak!
           
Damla damla verdiği mutluluğu, faiziyle, acımadan, kanırta kanırta geri ödeten AŞK...

                                                                   

***

13 Nisan 2015 Pazartesi

İçimde Bahar Birikti...


İçimde bahar birikti...

Ne çok sözcük birikti bahar geleli…
Ucundan bir tutsam, çorap söküğü gibi gelecek sözcükler gelecek de, bahara yenik düşmemek için direniyorum işte…Yok yok sözcük değil de, sanırım içimde bahar birikti.
Kış mevsiminden kalma şu serin hava, bitmeyen rüzgarlar ve de ne zaman yarılandığını anlamadığım Nisan ayıyla didişiyorum bu aralar.
Sahi sümbüller, laleler ne zaman vedalaştı bahçemle, ne zaman meyveye döndü erik ağacının çiçekleri?
Hangi taşı kaldırsam altından bahar çıkıyor olsa da, başlamadan bitecek bu bahar da biliyorum ve ben şaşırarak bakacağım yine tez geçen baharın ardından…
Güneş, yağmur yüklü gri bulutlardan yavaşça sıyrılmaya çalıştı. Bulduğu küçük aralıktan nar ağacının taze yapraklarına ve kırmızı çiçeklerine yerleşti, yansıdı, parladı. Sonra biraz kaçamak, biraz hınzır gülümsedi.
Nisan damlaları gökkuşağının önüne düştü, büyüdü, hızlandı.
Kanatları ıslanmış özgür serçe, panikle uçtu, zeytin ağacının dalları arasına saklandı. İnce uzun yaprakların altında durup tüylerini kabarttı, havalandırdı…Bir yağmura, bir güneşe baktı, ıslanmışlığına aldırmadan yedi renge doğru hızla uçarak gözden kayboldu…
Kıskandım; Uçmasını mı, özgürlüğünü mü?
Bilemem!
Neyse, “bahar” dedim de…Kimileri “bahar renktir” der, “Bahar canlılık, bahar güzele dönüşümün müjdecisidir” der.
Kimileri, ”Bahar doğanın gülümsemesi, bahar tazelenme, bahar ille de AŞK mevsimidir” der…
Anlamam!
Bahar, benim karışıklığım- bahar kararsızlığım- bahar ruhumun bedenime isyanıdır.
Bahar, bakir bir sahilde gündoğumu, karlı dağlar ardındaki kızıl günbatımıdır.
Bahar mor erguvanlar, bahar çiğ düşmüş hanımelinin kokusu; bahar erken sabahta penceremde cilveleşen kuşlardır…
Ve bahar benim için- her zaman- beklenmedik bir “Merhaba” dır…


                                                                       *************                                                             

29 Mart 2015 Pazar

Belki ıssızlıkla üşümüş bir gece vakti,
belki de sessiz bir sabahta fark ederiz,
düşüncelerin Onsuz kaldığını…

Derin bir kuyuya düşmüş gibi çaresizizdir,
öyle öksüz, öyle yetimizdir  o an...

Oysa biliriz ki,
   güceniklikler en değerli hatıraları bile yormuştur sonunda….

O yüzden,
geçmişin en çıkmaz sokağına hapsetmişizdir yılgınlıkla,
son ses-son dokunuş-son bakışı...

O yüzden mahkûm etmişizdir kendimizi unutmalara...

Ama bir gün,
onu beklemekten vazgeçtiğimiz bir baharda,
ansızın bir yaprak düşer suya,
mor salkımlı erguvanın kokusu dolar avucumuza,
beyaz bir gül goncalaşır yağmur kokan toprakta
ve 
birileri söyleyiverir adını
yada
eski bir şarkı değer kulaklarımıza...
...

Bitti "demişken, "gitti" demişken, "unuttum onu" demişken,
          her şey başlar yeniden...
                                             
    
   *****

19 Mart 2015 Perşembe

sen ve cemre...











Sen
özümün
çiy damlası,

sen
ömrümün
son CEMREsiydin...
.
.
Söyle, neden düşmedin?
.
.

 ***


15 Mart 2015 Pazar

sevdim seni...


Sevdim seni, nedeni yok!
Aklımın kıvrımlarında dolaşıp duran bir bilmeceydin, çözemedim...
Ya da bir hayaldin, belki de gerçek, bilmiyorum!
Ama neye inandıysam o oldu gerçeğim...
Âşıktım, hem de sınır ötesine geçmekten korkmadan…
       Seni her gördüğümde başım dönerdi mutluluktan, bazense körkütük sarhoş olurdum                                                       gülüşünle, bir damla içmeden.                                                
Seni düşleyerek uykuya dalmak, gözümü açınca ilk seni düşünmekti yaşamak ve  aşk, yatışmaktı varlığınla.

Hep az tarafım, ama tamamlayanım oldun, nasıl sevmem?
Sen yaz yağmurumdun üstelik, kış güneşim, sen bahar dalımdın...
Hâlbuki bir kez olsun dinlendiremedim başımı omuzlarında, bir kez göğsüne yatıp dinleyemedim yüreğinin sesini, tutup avuçlarını öpemedim alev alev…
         Gün geldi çılgın fırtınaların gözünde yaşadım hırçın mı hırçın, gün geldi umarsızca                                                               kapandım acılara…                                                                                                                                                                      
Yine de bıkmadan, yine de bitimsiz sevdim seni…
Söyleyemedim bunu sana, ancak öyle çok anlattım ki dağlara, denizlere, gökyüzüne ve öyle çok yazdım ki seni…
Keşke yazgımızın hâkimi olsaydım da, yazabilseydim seni bana-beni sana!
O zaman beni sever miydin seni sevdiğim kadar kim bilir ya da sever miydik?                                                                                                 
Kolaydı aslında MUTLULUK; biraz anlasan yeterdi, bir adım atsan, korkmasan...
O zaman biterdi belki tutkunun yorgunluğu, biterdi hasret, biterdi acılar...
                                                         Kim bilir, BELKİ!?                                                
                                                               
***