15 Aralık 2011 Perşembe

aşka ve aşka âşık olmaya dair...


“Aşka âşık olmak.."
İlk cümleyi okuyanlar, felsefi ya da derin anlamı olan ciddi bir yazıyla karşılaştıklarını sanabilirler…
Pardon!.
Gerçi resimden de anlaşılacaktır ya, hiiiç o havada değilim, bu yüzden hemen lâfa gireyim…
“Var ya, biz akıllanmayız arkadaş!”
Akıllanmayız” dedim ya; aman yanlış anlaşılmasın!
Hayatının merkezini aşka adamış, hani şu hangi yaşta olursa olsun her daim âşık olan, aşk acısıyla kıvrım kıvrım kıvranan, hani şu bir manâda aşka âşık hemcinslerime sesleniyorum:

"Onca hayırsızlığına, dengesizliğine, iktidarsızlığına rağmen, gönül verdikleri adamı kaybetmeyi göze alamayanlarımıza bir bakın hele!
Sevdiği erkek tarafından ihanete uğradığı, dövülüp, sövülüp hor görüldüğü halde, hastalıklı bir biçimde o erkeklere kul-köle olanlarımıza bakın!
75 Yaşındaki annemin, 80 ine yakın babamdan hâlâ, sık sık, iltifat, ilgi ve sevgi sözcükleri beklemesine ve bulamayınca kahırlanışına bakın da siz de şaşırın..(Ben baktım-şaşırdım!..)
Ya 57 yaşındaki can dostumun, yıllar önce yitirdiği sevgilisi ve o imkânsız aşkı için halen dökmekte olduğu gözyaşlarını nasıl yorumlamalı?
Pekiyi, kısa bir süreliğine hayatına değip geçen o adamı, yıllardır yüreğinden çıkaramayan ve bir gün ona kavuşma düşüyle yaşayan şu aptal âşığa ne buyurulur?
Ve sahip olmanın dayanılmaz rahatlığıyla yitirilen “aşk” duygusunun yürekte açtığı korkunç boşluğu bir türlü dolduramayan ben ve benim gibilere ne demeli?"

Yok yok, biz gerçekten akıllanmayız!
“Aşk başa gelince, akıl firar eder”miş ya, biz hep âşık , aklımız hep ondan firar zaar..

Hey biz, bence aşka âşık kadınlar!
Baksanıza âşık olmayınca, arzuyu, ihtirası bir tarafa bırakıyor, zaten işlevi git gide yavaşlamakta olan hormonlarımızı külliyen derdest edip kuytulara nasıl da terkediveriyoruz...
Baksanıza, illa ki o sonsuz aşkları, kalbimizi yerinden oynatan, eli eline, dudağı dudağına değince, ruhumuzu teslim edeceğimiz adamları bekleyip, nasıl da onların hayaliyle yaşıyoruz...

Sanki hastalık gibi, aşk hastalığı gibi bir şey bu...
"Artık bu hastalığa bir şeyler yapılsa" derim...
Bunun bir tedavisi olsa, bir ilâcı çıksa yahu!
Baktık durum vahim, baktık aşksızlık duygusu, yalnızlık kadar ağır ve katlanılmaz olmaya başladı, günde 2-3 doz alıp savuşturuversek yüreğimize yerleşen illeti, ne iyi olur değil mi ya?
Yoksa , iş işten geçmeden, henüz vakit varken(!) hani onların yaptığı gibi(!) aşkın-sevdanın değil hormonlarımızın peşine takılmayı öğrensek mi acaba?

Yok yok, ıııhhhh!..Boşverin onu bunu da;
Doğru zamanda, doğru mekânda ve doğru adamlarla kesişse yollarımız ve sonsuza kadar sevsek, sevilsek,
( Varsın hastalık gibi olsun!) hep âşık olsak, hep âşık kalsak ne güzel olur 
be yaaaaa!...

5 Ağustos 2011 Cuma

kukla


Başucumda, aylardır okunmayı bekleyen 3 kitap vardı;

Can Dündar’ın “Lüsyen”i, Ahmet Ümit’in “Kukla”sı ve Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı…

Tatile çıkmayı fırsat bilip, üçünü de yanıma aldım.

Tatil işte, ne olacak, tek işim gezmek, tozmak, bunun dışında yan gelip yatmak, kısacası aylaklık etmek ya...

Hele güneşin yaklaşık 18-20 saat batmadığı, serin, sessiz ve yeşile teslim olmuş bir yerdeyseniz kitap okunmaz da ne yapılır ki?

Ben de okudum tabi, ama sadece Lüsyen’i ve de Kukla’yı…

İlk önce; Tanıtımlarından, kritiklerinden etkilendiğim ve de bazı arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine edindiğim “Tutunamayanlar”ı okumaya başladımsa da itiraf etmeliyim ki, çok arzu ettiğim halde “Tutunamayanlar”a hakikaten tutunamadım (!)

Belki yeterince entelektüel bir kişi olmadığımdan, belki felsefeye çok yakın olmayışımdan, ne bileyim belki de içinde bulunduğum tatil atmosferine ağır geldiğinden olacak, 85. sayfasında okumayı bırakıp, tercihimi diğer kitaplardan yana kullandım.

...

En sıradan, en ortalama, en insani herhangi bir durumu, en ince detayına kadar sayfalarca anlattığı halde okuyucunun sıkılmadan ilgiyle okuması…

Okuyucunun kendini, hikâyenin kahramanının yanıbaşındaymış, karşısındaymış gibi hissetmesi…

Okuyucunun kahramanla eş zamanlı, bir duygudan bir duyguya, bir düşünceden bir düşünceye gezmesi…

Olayların arasına bilinçli olarak soktuğu aşk hikâyelerinin de hayatın içinden ve bire bir yaşanan/cak türden olması…

Kullandığı dilin akıcılığı, sözcüklerin yerindeliği, onca grift hikâyenin böylesine ilginç ve anlaşılır kurgusu…

Evet, Ahmet Ümit ‘ten bahsediyorum ve de“Kukla” dan…

Aşk Köpekliktir, Sis ve gece, Bab-ı Esrar, İstanbul Hatırası kadar nefes nefese ve ilgiyle okuduğum bir kitap oldu “Kukla”. Kitabın ilk basımı 2002 yılında, son basımı 2010 da yapılmış.

Romanında, yıllar öncesinin o tam olarak çözülememiş, hâlâ tam aydınlığa kavuşmamış Susurluk Kazası’na göndermeler yaparak, gizli örgütlerden, kendi çıkarları için vatanı satan hainlerden, canilerden, aldatılan gençlerden bahsetmiş Ahmet Ümit…

Ve eskiden yaşanmış ama hâlâ yepyeni, hâlâ güncel ve hâlâ değişik versiyonlarıyla tekrarlanmakta olan, herkesi ilgilendiren, herkesin aklını, ruhunu karıştıran, kimilerininse hayatına mal olan entrikalar dizisini enfes bir kurguyla birleştirmiş, hikâyeleştirmiş.

Alkol bağımlılığı yüzünden bozulan evliliği, dibe vuran kariyeri ve kaybettiği işi nedeniyle depresyona giren, ayrıldığı karısına karşı beslediği duygu ve düşünceleriyle ve de tavırlarıyla “Öyle bir geçer zaman ki” dizisindeki “Ali Kaptan” karakterini çağrıştıran, eski gazeteci Adnan...Onun, eski bir ülkücüyken karanlık güçlerin tetikçisi haline gelen üvey kardeşi Doğan….Ve emniyet üst birimindeki güçlü ve gizemli konumuyla, soruşturmanın en başındaki kişi Müfit'le, çevresindekiler arasında dokunmuş çok ilginç bir öykü…

Başından sonuna kadar merak ve heyecanla ve de soluk soluğa bir Ahmet Ümit klasiği okumak isteyenlere tavsiye ederim.

31 Temmuz 2011 Pazar

E biraz da Stokholm...


Bu kadar geç yazmamın nedeni bu belki de;

"Nereden başlayacağımı bilemiyorum!"

Saat 23.00 sıralarında, yaklaşık 4-5 bin metre yükseklikten havalimanına doğru inişe geçmişken, kaybolmamak için direnen güneşin ufku boyadığı kırmızı renklerden mi?

Parlament maviden, siyaha dönmek bilmeyen gökyüzü fonu altında bir dantel gibi görünen kıyılar ve görsel bir şölene ev sahipliği yapan irili ufaklı yüzlerce ışıltılı adadan mı?

Akşam 22.15 sıralarında, kaldığım evin yanıbaşındaki gölü yakarak batan güneşle yaşadığım flörtten mi?

Ve saat O4.00 de aydınlanan gökyüzünden mi?

Yoksa uzansam tutacakmışım hissini veren şu bembeyaz bulut kümelerinden mi?

Issız, sessiz, bazen bir otomobilin, arada bir yürüyüş yapan insanların geçtiği, tertemiz ve kocaman ağaçlı sokaklardan mı?

Bir içim su dedikleri cinten, ağzı burnu fındık gibi, civciv sarısı İsveçli genç kızlardan mı?

Yoksa kendimi ufak tefek, zayıf ve formunda hissetmeme yardımcı olarak büyük sevaba giren, orta yaş grubu, iri yarı İsveç kadınlarından mı ?

Kucaklarında ya da pusetlerinde beceriyle taşıdıkları bebekleriyle bir anne yakınlığıyla ilgilenen, hani güzel kızlarından bahsedilirken İsveç’te sanki erkek cinsi yokmuş muamelesi gören, genç ve üstelik çok yakışıklı İsveçli erkeklerden mi?



Homelink aracılığıyla pek çok Avrupa kentini gezmiş biri olarak, bu yıl “Artık biraz da İskandinav Ülkelerini gezmeliyiz” dediğim bir zamanda gelmişti İsveçli ailenin ev değişim teklifi...

İşte o zaman oturup internetten araştırmıştım;

"Stokholm tam olarak nerede? Nereleri gezilmeli, bu kentte neler yapılmalı ?” türünden şeyleri…



Tatilimi geçireceğim ev orada olduğu için, Stokholm’ün yeni ve çok önemli bir yerleşim bölgesi olan Sollentuna da başladı İsveç maceram…

Dallarında oynaşan yüzlerce kuşun muhabbetiyle şenlenen ve yapraklarında rüzgarın dans ettiği, çınar, meşe, kestane, fındık ağaçlarıyla dolu koyu gölgeli ormanlarıyla…

Göz alabildiğine yeşillikler arasına serpiştirilmiş, modern ve bahçeli evleri, düzenli yolları ve tüm Stokholm’de olduğu üzere son derece gelişmiş toplu ulaşım sistemiyle…

Evin doğusundaki karaya sokulmuş koca deniz parçasının parklarla, marinalarla bezenmiş kıyılarıyla…

Ve evin batısında, onların küçük buldukları, bana göre devasa olan ve her gün hayranlıkla günbatımlarını izlediğim o harika gölüyle…

Hele ki, burada geçirdiğim günler boyunca bana verdiği dinginlik ve huzurla, anılarımın başköşesinde şimdiden yer aldı Sollentuna…

...

İsveç deyince nasıl, Nobel, Elektroluks, Volvo, Ikea isimleri aklıma geliyorsa; Stokholm deyince de, Malaren Gölü’nun Baltık Denizi ile buluştuğu noktada, 14 ada üzerinde kurulmuş, müzeleri, kanalları ve köprüleriyle tanınan, yaz sıcaklığı 20-22 dereceyi geçmeyecek kadar yağışlı ve serin şehir, İskandinavya’nın, bu en çok ziyaret edilen, bu çok gelişmiş ve modern kenti gelecek aklıma bundan sonra…

680 SEK ödeyerek aldığımız bir ay geçerli seyahat kartı (travelcard) sayesinde tüm toplu ulaşım vasıtalarını sınırsız kullanma hakkımız olduğunu öğrenince, biz de bu fırsatı değerlendirerek üçüncü günden itibaren sık sık şehir merkezine inmeye başladık.

Bu gidip gelmeler esnasında fark ettim ki, İsveç dünyanın pek çok yerinden göç alan bir ülke.

Adım başı karşılaştığım yurdum insanları ve duyduğum Türkçe konuşmalar, bende biraz Almanya’da, biraz Türkiye de olduğum yanılgısını yaratmakla beraber, ilk günlerden beri, ekonomisi tıkırında, istihdam sorununu çoktan çözmüş ve de insana değer veren bir ülkede olduğumun farkındayım.

Bu arada, Stokholm’ün şimdiye kadar gezdiğim bütün Avrupa kentlerinden daha pahalı bir yer olduğunu, ayrıca kent merkezindeki o çok gösterişli alışveriş merkezlerinin, bırakın Ankara, İstanbul'dakileri, Antalya’daki AVM’lerin yanında bile son derece sönük kaldığını, buna karşın vitrinlerdeki etiketlerin bizdekilerle kıyaslanmayacak kadar yüksek rakamlı olduğunu belirtmem gerek...

Şimdi… Hani gezginlere tavsiye edilen, hani o mutlaka en görülmesi gereken yerler vardır ya, düşünüyorum da, burada tavsiye edilenlerin çoğunu gezmişim, görmüşüm.

Ancak, bu şehir hakkında internette kolayca bulabileceğiniz, benim de çoğunu yeni öğrendiğim ansiklopedik bilgileri (http://tr.wikipedia.org/wiki/Stokholm)size anlatmanın anlamsızlığını da biliyorum...

Ama yine de;

Karayla iç içe girmiş Baltık Denizinin, çoğu zaman göllerle kaynaşarak burayı bir su şehri haline getirdiğine gözlerimle şahit olduğumu…

Unesco’nun dünya mirasında da yer alan,Gamla Stan'ın en eski yerleşim adası olduğunu, tarihi dokusu, pastel renkli binaları, parke taşlı dar sokakları, hediyelik eşya satan dükkanları ve daha çok turiste hitap eden cafe ve restoranlarıyla cıvıl cıvıl atmosferini…

Saat 13.00 sıralarında Royal Palas’taki( The Royal Palace) tantanalı nöbet değişimini izlemenin verdiği keyfi…

Sık sık karşınıza çıkan su kanalları ve adaları birbirine bağlayan yüzlerce köprüsüyle bu kentin Venedik’i çağrıştırdığını ve Stokholm’e bu yüzden“ İskandinavya’nın Venedik’i” dendiğini…

Nybroplan’dan bindiğimiz tur teknesiyle, 55 dakikalık bir adalar gezintisi yaparken çocuklar gibi şenlendiğimi…

Djurgarden’in, tarihi ve doğal dokusuyla bir açık hava müzesi ve adrenalini maksimuma çıkaran lunaparkıyla, müzikli cafe ve restoranlarıyla dünya cenneti bir ada olduğunu…

Ve 155 metre yüksekliğindeki Kaknas TV Kulesi’ne(Kaknasstornet) çıkınca, deniz, göl ve kanallarla, suya ve yeşile teslim olmuş Stokholm manzarası karşısında nasıl büyülendiğimi anlatmadan duramadım işte...

Henüz akşam ışıkları altındaki Stokholm’ü göremedim, Royal Palas’ı, Nobel Müzesini, Ice Bar’ı, Glob Arena’yı gezemedim.

Ama daha 9 gün buralarda olduğuma göre?…

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Çocuklar Büyüdükçe

Ne bileyim işte, insanoğlu bu anlaşılmıyor…
İnsan ruhunun nerede coşacağı, ne zaman durulacağı belli olmuyor…

Kızım, ilk göz ağrımdı…
Onu çok genç denecek bir çağda, 21 yaşındayken kucağıma aldığımda, sanırım dünyada benden mutlusu yoktu...
Bir yandan yaşam koşulları, diğer yandan oynamaya çalıştığım iyi anne, iyi eş, iyi gelin, iyi evlat, iyi iş kadını rolleri beni çok yorsa, yıpratsa da bebeğimle aramdaki ilişkinin keyfi, tadı hiçbir şeyle ölçülemezdi.
3-4 yaşlarında, kreşe gittiği zamanlardı. Hafta arası onu uyandırmak çok zordu ama tatil günleri erkenden uyanır, yatağımın yanı başındaki karyolasının parmaklıkları arasından sessizce beni izler, uyanmamı beklerdi.
Gözümü açtığımı görür görmez yatağında doğrulur, yüzüne düşmüş uzun bukleleri düzelterek, neşeyle benim yatağıma geçerdi.
Oynaşır, şakalaşır, öpüşür, koklaşırdık. Beni kıvama getirdiğini anlayınca söylediği ilk söz ise; “Televizyonu açcan mı?”olurdu.
Onun tatil sabahı ritüeli, videoya kaydettiğim ve belki yüzlerce defa izlediği Esteban ya da Heidi gibi o klasik Japon cizgi filmlerini bir daha bir daha izlemesiydi.
Ancak bu, kahvaltıda önüne koyduğum her şeyi yiyeceği sözünü vermesiyle mümkündü…

İkinci çocuğum 6 yıl sonra dünyaya geldi.
Kocaman sesli, çirkin ama sevimli mi sevimli bir tosuncuktu…
Benim öyle bir beklentim asla olmadı ama başımızdaki büyüklerin erkek çocuk düşleri ve beklentileri sonunda onunla gerçekleşmişti (!)
Belki saçma gelebilir ama ikinci kez anne olmak, ilk kez olduğu kadar beni heyecanlandırmamıştı. Oğlum, sanki kızıma rakip olarak doğmuştu. İçimde, sanki kızıma haksızlık yapmışım gibi bir suçluluk duygusu vardı.
Üzerimde,”Yeni doğanla ilgilenirken, onu ihmal eder miyim? Ya herkes oğlumu kızımdan daha çok severse!” tedirginliği vardı…
Yanılmışım; Öyle olmadı tabi, dengeler kısa zamanda kuruldu.
Hele hele kızımın kardeşini herkesten çok sevmesi, kıskansa da bunu belli etmemeye çalışacak kadar olgunluk göstermesi(!)..
Velhasıl travmalarımı çabuk atlattım...

Oğlum rahat, gazsız, tuzsuz, sağlıklı bir bebekti.
Göz kayması nedeniyle 1,5 yaşındayken takmak zorunda kaldığı gözlük, eş dost tarafından ona “profesör” lakabını getirmişti.
Zekiydi, cin gibiydi...( Her anne için çocuğu öyledir ya:))
Erken konuşmuştu. Arabalara, motosikletlere tutku derecesinde meraklıydı…Öyle ki, “anne- baba” dan sonra öğrendiği ilk kelime ”araba” sözcüğüydü.
2-2,5 yaşlarındaydı...Sabahları erkenden uyanır, ama bana hiç seslenmez, ablasından devrolan karyolasında doğrularak, ayakucunda duran oyuncak otomobillerle oynamaya başlardı. Sonra, yavaşça yatağından iner, diğer oyuncaklarının durduğu odaya gider, hayalî yarış pistindeki arabalarını birbiriyle yarıştırırdı.
Çoğu kez belli etmeden izlerdim onu...
Sonra dayanamayıp ona sarılıp, mıncıklarken, o sevilmekten hoşnut, ama ciddiyetini ve istifini bozmadan oyununa devam ederdi.
Büyüdükçe, biraz da o günlerin modası gereği, oyuncak tercihleri değişti. Arabaların yerini Ninja Kaplumbağaları, transformesler , dinazorlar aldı…
...
Şimdi…
“Bunca laf nereden çıktı, hani tatil yazısı yazacaktın, ne alâka” dediğinizi duyar gibiyim…
Haklısınız!
Sen binlerce kilometre yol gel, elin memleketinde, kentinde, sokaklarında günlerdir dolaş… Nasıl gezdiğini, neler gördüğünü, neler yaptığını anlatman gerekirken kalk çocuklarından bahset…
Peeehhh!
Peh de, ne yapayım?
Bu sabah ilginç bir şekilde aniden uyandım veee...
Yattığım odanın kapısının açılmasını, ardından buklelerini elinin tersiyle geriye iterek yavaşça yanıma sokulan ve gülümseyerek ”Televizyonu açcan mı? diye kıkırdayan tatlı kızımı...
Sonra da o kalın ve mızırdanan sesiyle “Hadi ya artık, benim karnım acıktı!” diyen araba delisi, asi profesörümü bekledim…
Garip, buruk ve hüzünlü bir sevinçle…
...
Özlemden mi?
Bilmem!
Yoksa, çocuklar büyüdükçe üzerime çöken yaşlanmışlık duygusundan mı?
BİLEMEM!

21 Temmuz 2011 Perşembe

HOMELİNK'le tatil-Alternatif Tatil

Masmavi denizi, yemyeşil dağları, gümüşten nehirleri, falezleri, uçsuz bucaksız kumsalları, portakal, limon, turunç kokulu bahar akşamları, dolunayı, yakamozu, eşsiz gündoğumu ve günbatımlarıyla, dünyanın en harikulade şehirlerinden birinde yaşıyor olmanın mutluluğunu duyumsamak…
Bazen Beydağları’nın denize düşen gölgesinde, bazen mavi körfezde ilerleyen bir beyaz yelkenlide, bazen sıcak bir yaz akşamında esen serin Manavgat rüzgârında, bazen hanımeli kokulu bir bahar gecesinde Antalya’ya âşık olmak…
Her defasında yeniden hayran olmak, her defasında bu kente ilk defa gelmiş gibi hissetmek, gözlerini çevirip Akdeniz’e her baktığında “Ne kadar güzel bir kentte yaşıyorum” diyebilmek…
Antalya’lı olmak, Antalya’da yaşamak ama daha da önemlisi kendini Antalya’lı gibi hissetmek ve bu yüzden kendini diğer insanlardan ayrıcalıklı görmek…
Ama diğer yandan, bunca doyumsuz güzelliğe karşın yaz bastırınca, sıcak ve nemden dolayı canından bezmek özellikle temmuz-ağustos ayları gelince, kendini çürümüş gibi hissetmek, nefes alacak ve korunacak serin bir köşe aramak…
Bu yaz da değişen bir şey yok, ama ben kendi adıma bu duruma bir çözüm buldum.
Yaklaşık 5 yıldır bu aylar gelince soluğu Avrupa’nın serin bir kentinde alıyorum.
Hava atıyorum gibinize gelmesin ha, öyle zengin falan da değilim!
"Pekiyi, nasıl oluyor bu iş?" Derseniz, yanıtlayayım:
Yıl boyunca bir kenarda yaptığım küçük birikimlerim, 2-3 ay önceden alınmış ucuz uçak biletleri ve de Homelink (www.homelinkturkey.com.)le...
Evet Homelink sayesinde hem bu dayanılmaz sıcaklardan kaçıyor, hem de Dünya'nın hiç tanımadığım, hiç bilmediğim yabancı ülkelerinde çok ucuz, çok keyifli ve de çok ilginç tatiller yapıyorum.
Homelink dedim de…Homelink nasıl bir sistemdir, basitçe açıklayayım;
HOMELİNK(Ev Değişim Sistemi);
Siz arzu ettiğiniz başka bir ülkenin, istediğiniz bir kentinde, başkalarına ait bir evde tatilinizi geçirirken, o kişilerin de sizin kentinizde, sizin evinizde tatil yapmaları esasına dayanan bir sistem.
Ev değişimi yapmak, size bir ev ortamındaki rahatlığı ve mahremiyeti sağlarken, diğer yandan güzel, farklı ve ilginç bir tatil yapma şansını sunuyor.
Bu fikir ilk kez 1953’te Amerikalı bir öğretmen olan, David OSTROFF tarafından geliştirilmiş bulunuyor ve o zamandan beri60 ülkede, gerek gezi, gerekse eğitim amaçlı olsun binlerce üye, evlerini değiştirerek, adeta kendi evlerinde kalmanın rahatlığıyla, farklı kültürleri tanıyorlar... Bu sistemle, gerçekten pek çok ülkede güzel dostlar ediniyor, hayal bile edemeyeceğiniz yabancı ülkelere gitmek için sadece yol parası verip, orada bulunduğunuz süre içinde, o ülkenin, o şehrin, sıradan insanları gibi yaşayabiliyorsunuz.
Üstelik bu yolla değişik kültürlerde yaşadığınız, unutulmayacak hoşlukta anılara sahip oluyorsunuz ve de doğal olarak ülkenizin gönüllü turizm elçiliğini yapıyorsunuz.
Dünyada 50 yıldır var olan sistem, Türkiye’de 7 yıldır tanınıyor ve her geçen gün itibarı ve güvenilirliği artıyor
Bu sistemden nasıl yararlanabilirim? Sisteme dahil olmak gayet kolay!

Öncelikle, sisteme üye Olmak İçin yıllık 200-TL ücret ödüyorsunuz.
Bununla ilgili ayrıntılı bilgiyi www.homelinkturkey.com. Adresinden ya da Türkiye Distribütörü Samim Er’e ait (0 232 445 1819) numaradan alabiliyorsunuz
Sistem nasıl çalışıyor?
Üyelik işleminizi tamamladıktan sonra sistemdeki üyelere ait tanıtım, bilgi ve resimleri gözden geçirmeye başlıyorsunuz. Ya da gitmek istediğiniz ülkedeki üyeleri inceleyip siz teklifte bulunabiliyorsunuz, ya da sizin kentinizi, evinizi katalogda görüp sizinle ev değişimi yapmak isteyen insanların size yaptıkları teklifleri değerlendiriyorsunuz.
Bu sistemde, yol paranız ve kalacağınız süre içindeki tüm harcamalarınız elbette kendinize ait oluyor ama beş kuruş konaklama bedeli ödemiyorsunuz.
Tıpkı evinizde, bulunduğunuz şehirde nasıl yaşıyorsanız tatilde de öyle yaşıyorsunuz.
Ev sahibi, size kullanmak üzere neleri bıraktıysa, onları kullanabiliyorsunuz. 
Ev değişim teklifinin kabul olmasından sonra, ailelerin birbiriyle sanal tanışma faslı başlıyor. Yazışıyor, telefonlaşıyor, kendinizi tanıtan resimler gönderiyorsunuz. Tanışma ve uzlaşma sürecinden sonra uygulaması son derece basit olan, matbu ev değişim sözleşmesini karşılıklı olarak imzalıyorsunuz. Bu sözleşme elbette, tarafların menfaatlerini gözeten maddeler içeriyor... Şayet isterseniz, arabalarınızı da değiştirebiliyor, bu suretle tatilde ulaşım problemi de yaşamıyorsunuz. Telefon, elektrik, arabanın benzini gibi detayları, genellikle yazışarak ya da telefonla görüşerek hallediyorsunuz.
Bizim kültürümüz gereği; herkesin kafasında "yabancılar benim evimde kalacak, bana özel birçok eşyayı kullanacak!"gibi tereddütlerin olduğunu biliyorum.
Ama unutmayın ki, siz de aynı koşullarda, o kişilerin evini ve eşyalarını kullanıyorsunuz (!)  Özenle kullanıyor, zarar görmesin diye elinizden gelen dikkati gösteriyorsunuz, onlar da sizin evinizde...
Diğer taraftan, kullanılmasını istemediğiniz odalar ya da eşyalar varsa işaretleyip "kullanılmaması gerektiğine" dair nazik notunuzu düşebiliyorsunuz.
Riskleri Nelerdir?
Tabii ki bazı riskler sözkonusu...
Ancak, 50 yıldır uygulanan bu sistemde organizatörlere iletilen ufak tefek ev hasarları haricinde, önemli bir problem, hırsızlık vs. bildirilmemiş. Kaldı ki değişimleri eşzamanlı yapmayıp, evinizi–yazlığınızı önce teslim edip, sonra eksikleri kontrol ederek teslim almak gibi seçeneğiniz de mevcut... Ayrıca ev sigorta paketleri de var: İsterseniz, yine sisteme dâhil olarak, makûl bir fiyata “All Risk” ev sigortası yaptırabiliyor, içinize daha bir sinerek tatilinize çıkabiliyorsunuz.
Ne kadar heyecan verici değil mi?
Şimdi, tatilinizi Kuzey İtalya’da Como Gölü yakınlarında, ya da Almanya’da, Fransa’da ya da İngiltere’de, Amerika’da,İsviçre’de, ya da Yağmur Ormanları’nda, ya da benim bu yaz tercih ettiğim gibi Kuzey Ülkelerinden biri olan İsveç’te, ya da kış mevsiminin hüküm sürdüğü başka bir dünya ülkesinde “Senin Evin Benim Evim, Benim Evim Senin Evin” diyerek geçirmeye ne dersiniz?
E bu yaz için geç kalmış olabilirsiniz...
Ya sonbahara, kışa, ya gelecek yaza?
Var mısınız?

1 Temmuz 2011 Cuma

"KocaYasa" dedikleri...

Kültür, sanat ve eğitime verdiği önemle, destekle ve bu konuda yaptığı teşfik edici çalışmalarla, diğer yerel yönetimlere örnek olan Antalya Büyükşehir Belediyesi, kadınların sosyal hayata katılımını arttırmak ve kadın sorunlarını dile getirebilecekleri alanlar yaratmak düşüncesiyle 1,5 yıl önce “Kadınlar Tiyatroyla Buluşuyor” projesini başlatıp, daha çok kentin gelişmemiş bölgelerinde yaşayan kadınları tiyatroyla buluşturmuştu.

Projenin amacı;
"Kadınların kamusal ve özel alanlarda karşı karşıya kaldıkları sorunları bildikleri halde, görmezden gelmek yerine, çözüm aramalarına ve çözüm üretmelerine yönelik eğitilmelerini ve bu yönde davranışlar geliştirmelerini sağlamak, bu yönde kadınlara gereken desteği vermekti"

Tiyatro ise en güzel eğitim araçlarından biriydi...
İşte bundan yaklaşık 1,5 yıl önce, bu proje kapsamında Şehir Tiyatroları nezaretinde açılan tiyatro atölyesinde bir araya gelen kadınlar, aylar boyunca sahne ve oyunculuk eğitimleri aldılar.

Daha sonra, kendi aralarından Meryem Nart'ın başından geçen gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı "Bir Evet İki Hayır Arası Hayat" adlı oyunu sahnelediler.

Antalya başta olmak üzere Türkiye'nin birçok kentinde 21 kez sahnelenip yoğun ilgi gören “Bir Evet İki Hayır Arası Hayat” oyunu, Üretken Belediye Proje Yarışması'nda, Türkiye çapındaki 90 kültür projesi arasından dereceye girdi.
Aynı oyun Mayıs ayında, XI. Direklerarası Seyircileri Tiyatro Jürisi’nce Jüri Özel ödülü'ne layık görüldü.

Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin "Kadınlar Tiyatroyla Buluşuyor" projesi çerçevesinde bir araya gelen amatör kadın oyuncular, bu defa ikinci oyunları olan 'KocaYasa'yı sahnelediler.

26 Haziran 2011 de Antalya Yenimahalle Kültür Merkezinde ilk kez izleyici karşısına çıkan oyunu, aynı amatör topluluğun bir üyesi olan Hilal Doğan Yazdı.

Oyunda kadınların, cinsiyetçi politikalar nedeniyle yaşadıkları sorunlar trajikomik bir dille sahnelenirken, kadın erkek ilişkileri üzerinden cinsiyet ayrımcılığı eleştirildi.

Kadına yönelik taciz, darp ve cinayetleri konu eden gazete kupürlerinin slayt halinde perdeye yansıtıldığı final sahnesinde ise, çok önemli ve güncelliği hiç bitmeyen toplumsal bir yaraya dikkat çekildi.

Yarattıkları erkek tiplemeleriyle oyuna neşe ve renk katan amatör kadın oyuncular, Antalyalı tiyatro severlerin yoğun ilgisiyle karşılaştılar ve onlardan bol alkış aldılar.

Usta yönetmen/oyuncu Müfit Kayacan ve Kutsal Kaynak’ın yönettiği oyunda, profesyonelleri aratmayan amatör kadın oyuncular kendilerini izleyen seyircileri, kâh güldürdüler, kâh ağlattılar, kâh düşündürdüler…
...
Gerek yurt içi, gerek yurt dışından pek çok turne teklifi alan Antalya Belediye’sinin amatör kadın oyuncuları, 6-7-8 Temmuz’da yapılacak Kalkan Yeşilköy Köy Tiyatroları Şenliği'ne katılacaklar ve tiyatro sezonunu kendileri için hiç kapatmamış olacaklar.

17 Haziran 2011 Cuma

Yeniden Başlamak-Kendini Tekrarlamak

(Yine...)
Göz alabildiğine maviydi gökyüzü ve bir o kadar maviydi deniz…
Hani avare gezen beyaz bulutlar olmasa, göğü denizden ayırt etmek mümkün olmayacaktı belki de…
Deniz bir suçlu gibi yavaşça kıpırdandı, gece hırçınlığından pişman, sevecen dalgalarla kumsalı okşadı...
Islak kumları avuçlarına doldurdu, ezdi ve ileriye doğru savurdu.
Gözü, nedensizce dalgaların ardı sıra silinen ayak izlerine takıldı…
(Yine...)
O an, önceki bir zamanda, tam da orada, aynı duyguyla, aynı şeyleri yaşamış ve aynı şeyleri düşünmüş olduğu sanrısına kapıldı…
...
Dejavu dedikleri bu muydu, yoksa hayat mıydı tekrarlanan?
Kim bilir belki de kadındı kendini tekrarlayan(!)
Öğrenmişti artık, yaşanmışlıklar sorgulanmazdı…
Sorgulamıyordu da, ama düşünceye mani olamıyordu ki insan...

O yüzden düşündü istemsizce; sevilene adadığı ömrünü...
Sevdiklerini, vazgeçtiklerini, gidenleri, kalanları, uğrayıp geçenleri, hatta itiraf etmese de, nefret ettiklerini düşündü.

Parmaklarının arasından bir su gibi akıp giden yaşamını, iyi yada kötü olsun bir hazineden daha değerli anılarını düşündü...


Kederli olunca geçmek bilmeyen ve mutlu olunca bir anmış gibi geçiveren zamanı düşündü…

(Yine...)
Bir sonbahar, bir kış daha derken, bir bahar daha bitmişti işte…
Dünya aynı hızla dönüyor, güneş aynı sürede doğuyor-batıyor, mevsimler rutininde değişiyordu.
Ama zaman neden eskisinden daha hızlı geçiyordu ve zaman, neden böyle pür telaştı?


Bu yüzden, biraz kırgın, biraz kederli, sordu:
"Nedir bu acelen?"
Bir yanda hızla geçen zaman, diğer yanda değişmek, gelişmek, en önemlisi yeniden başlamak diye bir şey vardı...
Üstelik o, ilk defa kendini tekrarlamıyordu(!)

***

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Toros Keçileri

Kibyra Antik Şehri'den
Neymiş efendim, bizi yine cennet gibi doğa ve sürprizlerle dolu bir yürüyüş bekliyormuş…
Neymiş efendim, Antalya’ya yaklaşık 130 km uzaklıktaki Burdur-Gölhisar-Kibyra antik şehrini gezdikten sonra, yine Gölhisar yakınındaki 1800 metre rakımlı tepelerde dolaşacakmışız...
Neymiş efendim, yağmur olasılığına karşı, yağmurluk ve sert tabanlı ayakkabılarımızla, hoşgörümüzden başka hiç bir şeye ihtiyacımız yokmuş…Muş muş da muş muş…
“Yapmayın” dedim, “ben böyle zırt pırt dağ, dere, tepe yürüyemem” dedim…“Yüksek tansiyonum var, üstelik sağ ayağımın başparmağı ağrıyor” dedim…
Dinleyen kim, bir ısrar bir ısrar!..
Ne yapayım dayanamadım, “gelirim” diye söz verdim.
Sanki hiç işim yokmuş gibi yine sabahın köründe kalktım, sırt çantamı, öğle kumanyamı hazırladım, Toros Keçileri’nin peşine takılıp kendimi dağlara, yaylalara vurmak üzere buluşma noktasına gittim.
Ooooo!.. Bir ben değil ki, herkes gelmiş… Yaklaşık 75 katılımcıyla, 3 minibüs hınca hınç dolmuş…
Yol uzun, aksiyon çok...Eee Özay Hoca gergin!
“Geç kaldık işte!..Toplanın arkadaşlar!.. Bekleyemem efendim!.. Olmaz efendim!.. Filanca mı? Bana ne efendim!..Zamanında gelseydi efendim…”
(Aaa..Parmak kadar insanlar bu kadar da paylanmaz ki efendim. Mesela ben, saati kurmamışım, ilk defa 20 dakikacık geç kalmışım n’olcak efendim!…)
Tekrar ediyorum, akıllanmam beeen!
Hâlbuki böyle bir pazar sabahında saat dokuzlara kadar uyu, değil mi? Şöyle hiç acele etmeden gerine gerine yatağından kalk, pencereni aç, mis gibi bahar havasını evine davet et, saç baş dağınık, pijamalarının paçasına basa basa, esneye esneye kedilerini mıncıkla, sev, besle…
Ardından, bahçeye şöyle yumurtasından bazlamasına, kızarmış ekmeğinden patates kızartmasına, tereyağlı, reçelli, ballı özel bir kahvaltı hazırla…
Karnın doyunca güneşi sırtına alıp, ayaklarını şöylece uzat, demli Rize çayını yudumlarken gazeteni çarşafla…

(Yok, “Geleceğiz” dedik ya, gittik ya… Bir de üstüne bunca lâfı işit ya!.. Allah Allaaaaah!...)

Burdur’un ilçesi Gölhisar’a ulaşmamız yaklaşık 1,5 saat sürünce Meryem’in şefkatli omzunda uyuyakalmışım ki, beni boş böğrümden dirseğiyle dürtmez mi?
Kızdım tabi; ”Ne var, ne oluyor?” dedim...
“Eee horluyorsun!..Zaten Özay Bey yeterince sinirli , bu gürültüye de kızacak şimdi, göreceksin... Hem üstelik karizman şekerim, karizman!..” dedi..
“Hııı!..Karizma söz konusuysa, akan sular durur...Tamam… Anlaşıldı…”dedim.
(Yarım saatte olsa şekerleme iyi gelmiş, hafiflemişim, uzatmadım tabi…)
….
Kibyra Antik Kenti'nin tarihi İ.Ö 3. yy.a dayanıyormuş. Çok ilginç ve gezilmeye değer bir antik alan.
Şayet igi duyarsanız, http://www.kibyra.com/ adresinden pek çok bilgiye ulaşabilirsiniz.

...
Hava limonata kıvamında, doğa yine en bakir ve en muhteşem güzelliğindeydi. Dünyanın tüm renklerini içinde barındıran,ardıç ve kara çam ağaçlarıyla kaplı o nadide ormanların içinde yürürken, dünyanın en güzel ülkesinde yaşamakta olduğumuzun bilinci ve gururu hepimizi sarmıştı.
Parkurumuz hayli zorluydu. Sürekli tırmandık, kalbimiz sık sık yerinden çıkacak gibi çarptı.
Geri dönmek ya da tükendiği yerde ruhunu teslim etmek isteyenler oldu ama Özay Hoca’nın;
“Gelmeseydiniz efendim, size izin veremem, hele sizi burada hiç bırakamam, kaybolur, kurda kuşa yem olursunuz, kalkınız ve yürüyünüz!” serzenişi üzerine, sürünerek parkuru tamamladılar.
Dilimiz bir karış dışarıda, o dik yamacı tırmanınca, karşılaştığımız göl manzarası ise tüm perişanlığımızın, yorgunluğumuzun ödülü ve doğrusu Özay Bey’in bize hazırladığı en hoş sürprizdi.
Göl kenarında, yedik, içtik, dinlendik, göl havzasında suyun çekildiği yeşil alanlarda çocuklar gibi şenlendik…
Meryem, sarı çiçeklerin yeşil tarlaların içinde; “Ayyy ne güzeeel! Sanki bir kartpostalın içine daldım…Ağlamak istiyorum, ağlamak istiyoruuum!.." Diyerek kelebekler gibi uçuştu..
Hüseyin, sehven daldığı gölün balçıklı bölümünde, dizlerine kadar ıslanmasına ve çamurlanmasına aldırmayarak: “Bir şey yok, bir şey!” anlamında yaptığı işaretlerle yiğitliğe yoğurt sürdürmedi...
Medine, kendisine çok yakışan o şapkası ve deri yeleğiyle yine bir içim suydu...
Gürhan, Burhan, Derya, dönüş parkurunu, müzik ve dans aksiyonları ile tamamladı...
Yürüyüş sona erip, evlere dönmek üzere minibüslere kendimizi attığımızda, herkes yorgunluktan bitap, ama yaşadığı güzelliklerden mutluydu.
Bitmedi…Dönüş başlayınca bendeniz son bir hamleyle, Şafak Beyin cümbüşü eşliğinde, o yorgun ve de üstelik o çatlak sesimle TSM icra etmeye çalıştım…
(Evet, evet... Biraz katliam, biraz kıyım, o bendim işte…:)
Bitmedi…Özay Bey, aracın içinde, bilhassa Hüseyin’in gözlerinin içine bakarak ( nedense?:) günah çıkardı!..
“Ben aslında böyle değilim değil mi? Bilirsiniz; Normalde böyle agresif değilim, öyle değil mi? Farkındayım, ayıp ettim, ama bana ne oldu anlamadım...Bugün kendimi hiç sevmedim...Bugün bana ne oldu ya? Ne demek şimdi bu ya?” dedi, durdu…
Otobüsteki “Estağfurullaaaah, estağfurullaaah!” nidaları bile kendisini zor yatıştırdı…
( Ha...Bunları ifşa edebileceğime dair Özay Beyin onayını aldım, haberiniz olsun!:)
Anlaşılacağı üzere; Sızlana sızlana başladığım pazar yürüyüşü, buraya yazmakla sığdıramayacağım bir güzellikte, çarçabuk geçti, gitti..
Haydi bakalım, başka doğa yürüyüşlerinde buluşmak üzere; Sağlıkla, dostluk ve hoşlukla…