27 Temmuz 2011 Çarşamba

Çocuklar Büyüdükçe

Ne bileyim işte, insanoğlu bu anlaşılmıyor…
İnsan ruhunun nerede coşacağı, ne zaman durulacağı belli olmuyor…

Kızım, ilk göz ağrımdı…
Onu çok genç denecek bir çağda, 21 yaşındayken kucağıma aldığımda, sanırım dünyada benden mutlusu yoktu...
Bir yandan yaşam koşulları, diğer yandan oynamaya çalıştığım iyi anne, iyi eş, iyi gelin, iyi evlat, iyi iş kadını rolleri beni çok yorsa, yıpratsa da bebeğimle aramdaki ilişkinin keyfi, tadı hiçbir şeyle ölçülemezdi.
3-4 yaşlarında, kreşe gittiği zamanlardı. Hafta arası onu uyandırmak çok zordu ama tatil günleri erkenden uyanır, yatağımın yanı başındaki karyolasının parmaklıkları arasından sessizce beni izler, uyanmamı beklerdi.
Gözümü açtığımı görür görmez yatağında doğrulur, yüzüne düşmüş uzun bukleleri düzelterek, neşeyle benim yatağıma geçerdi.
Oynaşır, şakalaşır, öpüşür, koklaşırdık. Beni kıvama getirdiğini anlayınca söylediği ilk söz ise; “Televizyonu açcan mı?”olurdu.
Onun tatil sabahı ritüeli, videoya kaydettiğim ve belki yüzlerce defa izlediği Esteban ya da Heidi gibi o klasik Japon cizgi filmlerini bir daha bir daha izlemesiydi.
Ancak bu, kahvaltıda önüne koyduğum her şeyi yiyeceği sözünü vermesiyle mümkündü…

İkinci çocuğum 6 yıl sonra dünyaya geldi.
Kocaman sesli, çirkin ama sevimli mi sevimli bir tosuncuktu…
Benim öyle bir beklentim asla olmadı ama başımızdaki büyüklerin erkek çocuk düşleri ve beklentileri sonunda onunla gerçekleşmişti (!)
Belki saçma gelebilir ama ikinci kez anne olmak, ilk kez olduğu kadar beni heyecanlandırmamıştı. Oğlum, sanki kızıma rakip olarak doğmuştu. İçimde, sanki kızıma haksızlık yapmışım gibi bir suçluluk duygusu vardı.
Üzerimde,”Yeni doğanla ilgilenirken, onu ihmal eder miyim? Ya herkes oğlumu kızımdan daha çok severse!” tedirginliği vardı…
Yanılmışım; Öyle olmadı tabi, dengeler kısa zamanda kuruldu.
Hele hele kızımın kardeşini herkesten çok sevmesi, kıskansa da bunu belli etmemeye çalışacak kadar olgunluk göstermesi(!)..
Velhasıl travmalarımı çabuk atlattım...

Oğlum rahat, gazsız, tuzsuz, sağlıklı bir bebekti.
Göz kayması nedeniyle 1,5 yaşındayken takmak zorunda kaldığı gözlük, eş dost tarafından ona “profesör” lakabını getirmişti.
Zekiydi, cin gibiydi...( Her anne için çocuğu öyledir ya:))
Erken konuşmuştu. Arabalara, motosikletlere tutku derecesinde meraklıydı…Öyle ki, “anne- baba” dan sonra öğrendiği ilk kelime ”araba” sözcüğüydü.
2-2,5 yaşlarındaydı...Sabahları erkenden uyanır, ama bana hiç seslenmez, ablasından devrolan karyolasında doğrularak, ayakucunda duran oyuncak otomobillerle oynamaya başlardı. Sonra, yavaşça yatağından iner, diğer oyuncaklarının durduğu odaya gider, hayalî yarış pistindeki arabalarını birbiriyle yarıştırırdı.
Çoğu kez belli etmeden izlerdim onu...
Sonra dayanamayıp ona sarılıp, mıncıklarken, o sevilmekten hoşnut, ama ciddiyetini ve istifini bozmadan oyununa devam ederdi.
Büyüdükçe, biraz da o günlerin modası gereği, oyuncak tercihleri değişti. Arabaların yerini Ninja Kaplumbağaları, transformesler , dinazorlar aldı…
...
Şimdi…
“Bunca laf nereden çıktı, hani tatil yazısı yazacaktın, ne alâka” dediğinizi duyar gibiyim…
Haklısınız!
Sen binlerce kilometre yol gel, elin memleketinde, kentinde, sokaklarında günlerdir dolaş… Nasıl gezdiğini, neler gördüğünü, neler yaptığını anlatman gerekirken kalk çocuklarından bahset…
Peeehhh!
Peh de, ne yapayım?
Bu sabah ilginç bir şekilde aniden uyandım veee...
Yattığım odanın kapısının açılmasını, ardından buklelerini elinin tersiyle geriye iterek yavaşça yanıma sokulan ve gülümseyerek ”Televizyonu açcan mı? diye kıkırdayan tatlı kızımı...
Sonra da o kalın ve mızırdanan sesiyle “Hadi ya artık, benim karnım acıktı!” diyen araba delisi, asi profesörümü bekledim…
Garip, buruk ve hüzünlü bir sevinçle…
...
Özlemden mi?
Bilmem!
Yoksa, çocuklar büyüdükçe üzerime çöken yaşlanmışlık duygusundan mı?
BİLEMEM!