28 Aralık 2012 Cuma

rüya, müya, ıvır, zıvır...



Bütün gün çok yorulmuşum, üşümüşüm, birazda  gripal bir durum hasıl olunca sobanın karşısında sızıp kalmışım.  
Yok yok sızmak değil, basbayağı derin derin uyumuşum; rüyalı, müyalı…

Kendimden geçerek davul çalıyorum rüyamda.  Fonda o hareketli “Kesik çayır”türküsü var ve benim bir oynayasım var, bir oynayasım var ki sormayın…
Oysa  bütün gün öyle çok iş yapmışım ki, parmağımı şıklatacak halim bile  yok.
 Yinede davuluma aşkla vurmaya devam ediyor, bir taraftan da düşünüyorum:”Yahu davul ne iş, ne alâka?  Hani kanun çalsaydım, ud çalsaydım, saz çalsaydım neyse!"

Birden yan tarafımda Arif Sağ’ı görüyorum ve tokmağı  daha bir hararetle davula  vurmaya başlıyorum. Arada bir ona bakarak beğenip beğenmediğini anlamaya çalışıyorum…
Acı olan şu ki,o esnada yan duvardaki aynada  kendi aksimi görüyorum;
"Hay maşşallah, döt, göbek, gıdık almış başını gitmiş. Üstelik  bir yıl daha yaşlanmışım, tüh yıllara, tüh hayata, tüh kendime! Nalına da vur, mıhına da vur, vur dünyanın çarkına vur, vur , vur, vur!"
(Gümbede güm güm, gümbede güm güm…Gümbede güm güm, güm güm de güm güm…)

Birden, içli bir klarnet sesi duyuyorum, damardan mı damardan. Bir kadın ”Geceler yarim oldu”yu söylüyor, içim ağulanıyor.
Derken bir erkek”Suda balık oynuyor” diyerek, havadaki hüznü dağıtıyor; e bir yanım ağlak, bir yanım oynak haklı olarak…

O sırada üstümde nedenini anlamadığım bir baskı, bir ağırlık hissediyorum. Göz kapaklarımı  aralayıp bakıyorum ki, tekir kedi hırıltıyla göğsümde uyukluyor.
TRT Müzik kanalında Arif Sağ, Hüsnü Şenlendirici, Emel Taşçıoğlu türkü söylüyor. İşin ilginci de programda  davulu Arif Sağ çalıyor.
 Kediyi üstümden itiyor, açıkta kalmış yerlerimi  sıkı sıkı örterek koltuğa biraz daha yerleşiyorum…
“Hayırlara gelsin!” Ne diyeyim…
Üstelik size anlatmadım, ışığa anlattım haaa! 

5 Aralık 2012 Çarşamba

"Gıcır" bir yazar, "Gıpgıcır" bir kitap...


***Gitmek istiyorum. Olmadığın bir yere. Olduğun fakat bana ulaşamayacağın bir yere. Varoluşunun bende kaygı yaratmayacağı bir yere. Ortalama nüfus’un senden oluşmadığı bir yere***
***Bir çiçeğe bakınca gözleri yaşaran, denize girince ruhu arınan, bir hayvanın karnını doyurunca mutlu olan insanların yaşadığı bir yere. Sevdiğim kadının gözlerine doyasıya bakarak yaşlanacağım bir yere… Gitmek istiyorum. Senden uzakta bir yere.  Aklıma, fikrime, ruhuma doluşmuş; genel temayüle aykırı, varlığı yokluğu belirsiz, saklı kalmış cennetime***
***Sakın yanlış anlama. Kalbin kalbe karşı olması bir yaklaşım değil, bir duruş. Bir kalp bir kalbe karşı ise aralarında bir mesafe vardır. Ayrışmışlardır bir şekilde. Birinin ağrısı tutmuştur belki diğeri ona değdiğinde. Ya da geri durmuştur bir tanesi kendi ağrısını dindirmek için. Belki de değdiği kalbi ağrıttığını gördüğü için atmıştır bir adım geriye.  Uzaklaşmıştır. Karşı gelmiştir o kalbe. Yanında duracağına, karşısında durmuştur*** 
***Yanlış düşündüğümü söylüyorsunuz. Hepiniz. Düşüncelerim saçmaymış. Ben size hissettiklerimden bahsediyorum oysa düşündüklerimden değil.  Saçmalık dediklerinizin temelinde benim hissettiklerim var. Kalbimin ortasında bir sancıyla başlayan… Kalbimin kırıldığı o an.  Ve o an'dan sonra yaşadığımız her şey,  bizim kırık hikâyemiz***
“Farklı”değil mi?

Çiçeği burnunda gepegenç bir yazarın “gıpgıcır” kitabından alınmış gıpgıcır cümlelerle başlamayı düşündüğüm bu yazıya son anda fikir değiştirerek, aynı yazarın Blogspot’taki “Ceviz Ağacı” adlı sayfasından bu son derece ilginç ve özgün alıntılarla başladım.
Çünkü  “Umut Can Çeppioğlu ve onun Hayaller İçinde Bir Düş adlı kitabı hakkında fikir vermenin en iyi yolu budur" diye düşündüm...
Girişte okuduğunuz o etkileyici ve düşündürücü cümleler, onun yazdıklarının ve yazacaklarının teminatı gibi görünmüyor mu sizce de?.
Ne yalan söyleyeyim, aklın ve duygunun süzgecinden geçmiş o enfes anlatımıyla, varlık ile yokluğun, hayal ile gerçeğin şaşırtıcı karmaşasına itiverdi beni Umut... Umut dedim de, Umut Can Çeppioğlu'ndan bahsediyorum anlayacağınız...

O belki de, sizin henüz tanışma keyfine ermediğiniz bir  MB bloggeri...O, edebiyat alanında başarılı bir gelecek vaat eden, ödüllü hikayeleri  ve “Sensizlik” adında bir de şiir kitabı olan 33 yaşında gencecik bir şair-yazar...
Eylül 2012 de çıkardığı 2. kitabı ”Hayaller İçinde Bir Düş” ise cesur mu cesur, ilginç mi ilginç hikâyeleri ile sıra dışı, sürükleyici ve okumaktan zevk alacağınızı umduğum bir kitap...

Ve onun “Sensizlik” adlı şiirinden aldığım bir bölümle bitiriyorum yazıyı:
***Sensizliği bilmezsin/Kış iklimi hâkimdir/ Gündüzler kısa/ Geceler uzun/ Ve bazı geceler/ Kimsenin bilmediği bir evin/ Kimsenin çalmayacağı bir kapısına yaslanıp/ Hayatının muhasebesini yaparsın/ Gece bitmez/ Hesap tutmaz/ Devamlı eksik çıkarsın.../ Sensizliği bilmezsin/Bütün bir şehir seni terk etmiş gibidir***
.................Bilmem anlatabildim mi?

kadınlar ve seçmek-seçilmek üzerine

internetten alıntıdır

5 Aralık 2012; Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazanmasının 78. Yıldönümüdür.
Türk kadınları büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün destek ve girişimleriyle bu konuda cumhuriyetten itibaren pek çok kazanımlar elde etmişlerdir.

Özetlenecek olursa, 1926 yılında kabul edilerek yürürlüğe giren Medeni Kanun’dan sonra 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme,1933 yılında çıkarılan Köy Kanunu’yla; muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934 yılında Anayasa’da yapılan değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazanmışlardır.

Fransa ve İtalya’da 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğine dikkat edilecek olursa, ülkemiz kadınlarının birçok Avrupa Ülkesinden çok daha önce milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiş olduğu görülecektir.

Dünya’da kadına seçme ve seçilme hakkını veren ilk ülkelerden biri olmamıza karşın, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) İnsani Gelişim Raporuna göre Türkiye, kadınların politik hayatta yer almaları bakımından 80 ülke arasında 76. sırada bulunmaktadır.

İlginçtir ki; Milli Mücadele yıllarının hemen ardından gerçekleştirilen değişiklikler sonucu 1935 yılında yapılan seçimlerde ilk kez seçilme hakkını kullanan Türk kadını, 395 milletvekilliğinin 18 ini alarak %4,6 oranında temsille TBMM' ne girmiştir.

Ancak günümüzde kadınlarımızın, siyaset ve ülke yönetiminde yeterince aktif ve yeterince söz sahibi olduklarını söylemek mümkün değildir.

Sadece yasalarda değil, uygulamalarda da eşitlik varsa, eşitlik olgusu anlam ve değer kazanır.
O nedenle kadınlar pozitif ayrımcılık değil, siyaset alanında erkeklerle eşit oranda temsil edilmeyi, dolayısıyla bu alanda karşılarına çıkarılan engellerin ortadan kaldırılmasını istemekteler.

2011 yılında yapılan son genel seçimlerde AKP’den 45, CHP’den 19, MHP’den 3 ve Bağımsız 11 olmak üzere toplam 78 kadın (%14,18) TBMM’ne girebilmiş ve  yerel yönetimlerdeki kadın temsilci sayısı ancak %1 ler düzeyinde kalmışken ve de Türkiye’den 20-30 yıl sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan birçok Avrupa ülkesinde kadınların meclisteki temsil oranları ise %50’lere yaklaşmış iken,
TÜRK KADININA SEÇME VE SEÇİLME HAKKI VERİLİŞİNİN 78. YILI KUTLU OLSUN!!!

24 Kasım 2012 Cumartesi

Yeniden dünyaya gelsem, kadın olmak istemezdim

sozlerim net.den alıntıdır

“Yeniden dünyaya gelsem kadın olmak istemezdim”
Bu cümle eşinden şiddet gören her 100 kadından 54 ünün ortak düşüncesi.
Kadının, belki de sırf kadın olduğu için yaşadığı mutsuzluk, karşılaştığı haksızlık, ayrımcılık, şiddet(!)

**Her 100 kadından 47 sinin şiddete uğradığını,
Evli her 2 kadından birinin eşi tarafından şiddete uğradığını,
Evli, boşanmış-dul her 100 kadından 47 sinin eşi tarafından fiziksel, 67.4 ünün sözlü şiddete uğradığını,
Eşine şiddet uygulayan her 100 erkekten 38 inin çocukluğunda ailesinden şiddet gördüğünü,
Eşinden şiddet gören her 100 kadından 48 inin çocuğuna şiddet uyguladığını,
Kadınların evlenme yaşı düştükçe eşinden şiddet görme oranının arttığını,
Eğitimsiz kadınların daha çok şiddet gördüğünü,
Eğitimsiz erkeklerin daha çok şiddet uyguladığını,
Ailenin aylık gelirinin artmasıyla şiddet görenlerin oranının azaldığını,
Eşinden şiddet gören her 100 kadından 29,4 ünün intihar etmeyi düşündüğünü,
Veee...Şiddet gören her 4 kadından birinin “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla, yada yeniden şiddet görmek veya öldürülmek korkusuyla kimseye bir şey söylemediğini,**
Biliyor muydunuz?
Araştırmacı Adil Gür’ün Milliyet için 42 il ve 126 ilçede 3252 kadınla yüz yüze görüşerek yapmış olduğu bu büyük araştırmanın sonuçları karşısında dehşete düşmemek mümkün mü?
Araştırma sonuçlarına bakınca görülüyor ki; kadına şiddet bir bölgenin veya kültürün değil tüm ülkemiz kadınlarının ortak sorunu ve şiddet ne yazık ki toplumun her katmanına yayılan bir virüs
Hele 2002-2011 yılları arasında 4.410, 2012 yılının ilk 6 ayında 100 ün üzerinde kadının hunharca katledilmiş olduğunu öğrenince, kadına yönelik şiddete duyarsız kalabilmek mümkün mü?
Durum o ki;“kadına yönelik şiddet” olgusunun kadın-erkek tüm toplumu saran sosyo-ekonomik koşullar, politik gelişmeler ve kültürel etkenlerle birlikte değerlendirilmesi gerekiyor ve bu bağlamda öncelikle büyük bir eğitim seferberliğine gidilmesi şart görünüyor.
Kadına yönelik şiddetin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için; toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışının tüm ana plân ve proğramlara yerleştirilmesi, siyasal iktidarın ilgili tüm kurumlarıyla sorumluluk üstlenmesi ve diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yaparak, şiddeti önleyecek sosyal politikaları acilen yaşama geçirmesi beklenti ve umudu ile;
“Kadına Şiddete HAYIR! Kadına Şiddete HAYIR! Kadına Şiddete HAYIR!”

10 Ekim 2012 Çarşamba

"KARADAYI" gümbür gümbür...


Daha önce de yazdığım gibi (Star Tv’deki- İşler Güçler- hariç), bu sezon dizilere abone olmaya hiç niyetim yoktu... Hele hele şu sakız gibi uzayan, hani abartmayayım 3-4 sezondur devam eden, malûm dizilere hiç!..
Ama Ağır Roman ve Veda, beni niyetimden caydırır gibi olduysa da, atv Kanalındaki Karadayı dizisinin fragmanlarını ve Kenan İmirzalıoğlu-Çetin Tekindor ikilisinin görüntülerini izlediğim zaman, yoldan çıkacağımı anlamıştım...
Ve Karadayı’nın ilk bölümü Pazartesi gün nihayet yayınlandı. Ancak, internet haberlerinden öğrendiğim kadarıyla, dizinin ratingleri beklenenden düşük çıkmış. Dahası dizinin oyuncuları, geçen gecelerin birinde, alkol sınırını aşmışlar, gazetecilerle tartışmışlar, tatsızlık çıkarmışlar, falan filan…
Beni bağlamaz!
Bana göre Karadayı dizisi, ilk bölümüyle gümbür gümbür geldi ve şahsi raytingimin en üst sırasına oturdu.( Umarım bu durum değişmez!)
...
1970 li yıllarda Beyazıt’ta kunduracılık yapan baba (Nazif-Çetin Tekindor) ve oğlu Mahir’in (Kenan İmirzalıoğlu) çalıştıkları pasaj dağıtılır. Yetmezmiş gibi, Mahir’in tam da nişanlanacağı gece, bir komployla karşılaşırlar ve bu komplo sonucunda baba Nazif suçsuz yere hapse düşer. Mahir eğer 30 gün içinde onun suçsuzluğunu kanıtlayamazsa, babası idama mahkûm edilecektir.
Heyecan dolu ve sinema filmi tadındaki pek çok sahnenin ardından, Mahir’in ağır ceza hâkimi Feride’yle (Bergüzar Korel) karşılaşma sahnesi 1. Bölümün sonu olur.

Sözün özü; Hikaye canlı, hayli ilginç ve de heyecanlı…

Dizinin yönetmeni Uluç Bayraktar. Bayraktar, geçen sezon dizilerinden Ezel ve Son'u da yöneten kişi.
Çetin Tekindor ve Kenan İmirzalıoğlu yine muazzam oyunculuklarını konuşturmuşlar. İlk bölümde çok az görünmüş olmakla beraber Bergüzar Korel de, Rıza Kocaoğlu ve diğer oyuncular da gayet başarılılar…

Benden söylemesi, pardon(!) yazması…

(Bir izleyici olarak sayın yönetmenden naçizane dileğimse, dizinin ilerideki bölümlerde Ezel ya da Son dizilerindeki gibi karmaşıklaşmaması, İmirzalıoğlu’nun daha az kabadayılaşması, nişanlısı rolündeki genç oyuncunun biraz daha az Türkanlaşması !..)


24 Ağustos 2012 Cuma

"İşler Güçler"in müptelâsı oldum...



Bu diziye, hele bu çocuklara bayılıyorum!
            
 Oyunculukta istedikleri başarıyı ve şöhreti yakalayamamış 3 yakın arkadaşın, kendi filmlerini finanse edebilmek beklentisiyle girdikleri yan işlerde, başlarından geçen komik olayların anlatıldığı “İşler Güçler” adlı TV dizisi ve onun başrol oyuncuları; Ahmet Kural- Murat Cemcir- Sadi Celil Cengiz’den bahsediyorum elbette…

Her üç oyuncu da, pek çok dizide, başrolde ya da yan rollerde oynamışlar; ancak açık söylemem gerekirse, ben onları tanımıyordum.
(Tıpkı, dizi de senaryo gereği kendilerini tanımayan ve onları kahreden karakterler gibi!)   
Facebook’taki paylaşımlardan, ya da TV fragmanlarından oyuncu olduklarını biliyordum ama hangi dizi ya da sinema filminde rol aldıklarından haberim yoktu..
(Anlaşıldığı üzere ben,dikkatli ve iyi bir TV izleyicisi değilim!)

Ancak, geçtiğimiz 2-3 sezon boyunca düzenli olarak hiçbir televizyon dizisini izlememiş olan ben, tam 7 haftadır “İşler Güçler” dizisinin, dolayısıyla bu dünya tatlısı üç yakışıklının müptelâsı oldum.

Oyunculuk sektöründeki olumsuzlukları hicveden, espri dolu, keyifli mi keyifli bu Star TV dizisinin, senaryosunu yazan ve yöneten kişi Selçuk Aydemir.
Ve başrollerde Ahmet Kural- Murat Cemcir- Sadi Celil Cengiz;  gerçek adlarını kullandıkları dizide öyle başarılı, öyle sevimli, öyle komik ve öyle doğallar ki…

Sözü uzatmayayım;
Siz de gündelik dertlerden uzaklaşıp, biraz gülümsemek, belki biraz nefes almak isterseniz, hiç değilse haftada bir akşam ve 1,5 saatliğine bırakın işi gücü ve Star Tv’deki “İşler Güçler”i izleyin derim.

Ha eski bölümler internette ve reklâmsız; benden hatırlatması…

17 Ağustos 2012 Cuma

Amsterdam

Hollanda; Avrupa’nın Kuzeybatısında Almanya ile Belçika arasında yer alan ve parlamenter monarşiyle yönetilen bir kıyı ülkesi. Amsterdam'sa, Hollanda’nın başkenti. Başkenti ama ülke buradan yönetilmiyor, çünkü ülkenin siyasi başkenti Lahey-den Haag.  
Düşündüm de, buralara geleli tam 2 hafta olmuş..2 Hafta; dile kolay, tam 15 gündür şehir kazan olmuş, biz kepçe ama yine de yetememişiz kenti gezmeye.

illüzyon gösterileri de izledik…
Esasen, gelmesek de, görmesek de, hepimizin Amsterdam hakkında az ya da çok genel bir bilgisi vardır… Ve de Amsterdam denince ilk akla gelen şeyler, kanal gezisi yapan gemiler, bisikletler-bisiklet yolları, bol atraksiyonlu gece yaşantısı, uyuşturucu satılan-içilen yasal coffe shopplar ve ille de şehrin merkezinde yer alan Red Light District dir.
Oysaki Amsterdam, 90 ada, 1500 köprü ve yükselen deniz sularından kent topraklarını korumak amacıyla açılmış uzun kanallarıyla (ki bu kanallar Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor), insanı hayrete düşüren düzenli trafiği, vızır vızır işleyen tramvay, tren, metro, tekne, feribotlarıyla, sabaha kadar aydınlatılan pırıl pırıl caddeleri ve meydanlarıyla, yağan onca yağmurun ardından bir damla su birikintisinin kalmadığı tertemiz sokakları ve bulvarlarıyla, 17.yy.dan kalma tarihi yapılarıyla, denizle iç içe girmiş coğrafyasıyla, Endonezya, Fas, İtalya, Surinam, İspanya veTürkiye’den gelip yerleşmiş o zengin insan dokusuyla ve Kuzeyde olmasına rağmen Gulf Streamın yumuşattığı o ılıman iklimiyle, turistik, romantik, enerjisi yüksek, cazibeli ve görülesi bir Avrupa kenti…
Homelink (www.homelinkturkey.com) sayesinde geldiğimiz bu dünya kentini tanıma ve uzun süreli konaklama şansını elde ettiğimiz geçen 15 gün boyunca, bir iki kez dışında, toplu taşım araçlarını kullanmadık.
Amsterdam’ın serin öğle sonralarında, aydınlık ve renkli gecelerinde, adım adım gezerek keşfettik müzeleri, tarihi eserleri, yemyeşil kanal boylarını, caddeleri, meydanları, o güzelim çiçek pazarını (Bloemenmarkt)…
Her ne kadar, Kırmızı Işık Bölgesi’nde (Red Light District) kabahat işlemiş bir çocuğun mahcubiyet ve sıkılganlığında gezdikse de ve her ne kadar o meşhur kafelerinde mariuana içmeyi deneyimlemediysek de; Dom Meydanı’nda (Dam Square) klasik müzik konserleri de dinledik, Rembrant Meydanı’nda (Rembrandtplein) son derece ilginç dans, müzik,
Ayrıca Bijenkorf’dan küçük bir alışveriş yapıp, Buz barda(Ice Bar Extra Cool.Amsterdam) soğuktan titreyerek , buz bardaklarda içkimizi yudumlamanın keyfini de ihmal etmedik.…
...
Bu arada unutmadan, gözünü seveyim memleketim mutfağını! Neden mi?
“Hollanda’ya ait özel bir lezzet tadabilir miyiz?” diye çok bakındıksa da, Hollanda peynirleri dışında, o kocaman sandviçlerinden başka kayda değer hiçbir yiyecek bulamadığımızı…

Ayrıca, Amsterdam’ın içinden geçen Amstel Nehri’ni, kanallardaki siyahî ve kirli deniz sularından ayırt edemeyince, memleketimizin tertemiz nehirleri ve masmavi denizleriyle gurur duyduğumuzu…

Ve de ucuz, kaliteli, ikinci el ve antika malların satıldığını övünerek söyledikleri açık pazarları;Albert Cuyp Market Noordermarkt Flea Market, Waterlooplein Flea Marketin, Antalya’daki Şirinyalı Pazarı’nın, hele hele  Kadıköy’deki Salı Pazarı’nın eline su dökemeyeceğini de söylemeden edemeyeceğim.

Daha buralardayım…

Yarın Belçika’ya doğru uzanacağım; Brüksel ve Antwerp şehirlerini gezecek, haftaya Rotterdam ve Lahey’i içine alan başka bir tura katılacağım.

Şimdilik izninizle..:))

5 Ağustos 2012 Pazar

Yolum "Amsterdam Gay Pride"a düştü...


(Amsterdam Gay Pride…İlk gün, ilk sürpriz! )
Son günlerde Antalya'da yaşadığım koşuşturmaların üzerimde bıraktığı yorgunluğu, serin bir Amsterdam gecesinde ve değişim evindeki rahat yatakta bırakarak, güne "merhaba" dedim.
Sabah şöyle  bir civarı tanıyıp, mahallenin Türk bakkalıyla ilk muhabbetimizi gerçekleştirdikten  sonra aldık elimize navigatörümüzü, aldık haritamızı düştük yola.
İlk gün hedefimiz, öncelikle 2-3 km uzaklıkta olan şehir merkezine ulaşmak, dolayısıyla şehir hakkında şöyle bir genel bir fikir edinmek, travel kartlarımızı edinmekti.
...
Yolumuza çıkan ilk kanalda bulunan teknelerdeki eğlence hali,  bize bir kutlama olduğu izlenimi vermişti.
Süsleme, giysi ve takılardaki pembe renk hâkimiyeti ise tarafımca, “kız bebek doğum kutlaması” olarak yorumlanmıştı…
?
Cahiliz işte; nereden biliriz bunun bir festivalin uzantıları olacağını !..
Gelmeden önce Amsterdam’la ilgili bilgi toplamıştık ama böyle bir festivalin varlığı dikkatimizi çekmemişti…
Yürüdükçe kalabalık arttı, yürüdükçe gürültü arttı, kanaldaki süslü, püslü, eğlenen yüzlerce insanın doldurduğu teknelerin sayısı arttı…
Afişlerdeki ve tişörtlerin önündeki yazıları okudukça,hele  teknelerde eğlenen insanlara dikkat ettikçe anladık ki, hayatımız boyunca hiç karşılaşmadığımız, belki de bir daha hiç karşılaşmayacağımız büyük  bir gay etkinliğinin içindeyiz (!)
Meğerse Amsterdam’da her yıl 2-5 Agustos tarihleri arasında “Amsterdam Gay Pride” dedikleri bir festival varmış, biz de tam ona denk gelmişiz….
!
Filmlerde izlemiş, kitaplarda okumuştuk, ama böyle alenî yaşanan durumlara hiçbir zaman şahit olmamıştık.
E haliyle baktık durduk valla; Biraz garipseyerek, biraz eğlenerek, biraz alışmaya, biraz da hoş görmeye çalışarak…
Gözünüzde canlandırmanız için, bazı görüntüleri sizinle de paylaşayım:
Eğlenen coşkulu kalabalıklar, müzikle hoplayan, zıplayan insanlar,  el ele, sarmaş dolaş, âşık ve seksi görünümlü erkeğimsiler…
Siyah deri giysili yakışıklı genç ve onun burnunda  takılı  halkanın zincirini tutarak gururla yürüyen orta yaşlı adam…
Teknelerin içinde,  popolarını  açıkta bırakan deri giysileriyle erkek erkeğe dans ederek eğlenenler...
Dilini dudağında gezdirerek, gelen geçenlere cilve yapan, yarı çıplak kadınımsı adam...
Yanındaki erkeğin kalçasını avuçlayıp sıkarak, sarmaş dolaş yürüyen erkek…
“I am gay for one day” yazılı tişörtleriyle gaylere destek veren kadınlar ve erkekler…
Alkol duvarını çoktan aşmış, porno bir filmden fırlamışçasına ulu orta öpüşen erkekler…
Ve daha neler neler…
Eve dönünce Hürriyet İnternet’te okudum ki; Hollanda’da 20 bin Türk gay yaşıyormuş. Festivalin  birinci  günü Türkler de bu festivale katılmışlar, hem de ilk kez .
( Ne yazık ki onları görme şansımız olmadı!)
Hollanda’nın ne kadar özgürlükçü, hele hele insan hakları konusunda ne kadar öncü bir ülke olduğunu okumuş, duymuştuk, ama gözümüzle görmek farklıydı…
Eşcinsellere resmi nikâhın serbest bırakıldığı ilk ülke olan Hollanda’nın, insan hakları konusunda ne kadar aktivist ve ne kadar özgürlükçü bir ülke olduğuna bizzat şahit olduk ki, bu bize Amsterdam’ın hazırladığı ilk gün sürpriziydi.

29 Temmuz 2012 Pazar

Evini değiştir, ilginç ve ucuz tatili kap!




Bir yandan üstüne yapışan tişörtü çekiştiriyor, diğer yandan alnından, boynundan sızan terleri siliyor, üstüne üstlük kendiyle dalga geçiyordu;
“Sıcak havalarda ben hep böyleyim, sanki bir sümüklü böcek gibiyim, hep ıslak, hep terliyim”

Geçen gece, Sevgili Hasan’ın 35–45 derece arasında seyreden sıcaklarla ve % 70–80 lere varan nemle ilişkilendirdiği o terli haline yaptığı benzetme beni hayli güldürmüştü.
Gerçekten de, bir aydan beri devam eden bu kavurucu sıcaklar, bu rütubet, yaşam enerjimizi, yaşam keyfimizi sildi süpürdü.
Mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklıkları anladık da, bir de ithalleri çıktı; yok Balkanlardan gelen sıcak hava, yok Basradan gelen çöl sıcakları…
Bıktık yahu!
Hasan’ın deyimiyle hepimiz birer sümüklü böceğe döndük vallahi!

Neyse ki bu sıcak cefası benim için bitmek üzere.
Çünkü bir kaç gün sonra Avrupa’nın kuzeyine doğru kaçacağım hem de 3 haftalığına.
Hollandalı bir aileyle ev değişimi yapmak üzere Amsterdam’a gideceğim.
Onlar Antalya’da hasretini çektikleri denize, güneşe, sıcağa kavuşurken ben de özlediğim serin havayla sarmaş dolaş olacağım.
Ben orada onların evini, yatağını, mutfağını kullanıp, kenti gezip tozarken, onlar da benim evimi kullanarak, tatilin tadını çıkaracaklar.
Üstelik beş kuruş konaklama parası ödemeden; sadece yol parası vererek, evimizde yapacağımız mutfak masrafını orada yaparak…

Homelink adını taşıyan ev değişim sistemiyle beş yıl önce tanışmıştım.
O yıldan beri her yıl Homelink aracılıyla yurt dışında tatil yapar, ilginç deneyimlerimi yazar, Milliyet Blog’da ve Homelink’in kendi sitesinde, diğer insanlarla paylaşırım. 
Bu yazılar, ilginç ve alternatif tatil arayışında olanların hayli ilgisini çeker.
Bense bu yolla, yurt dışında yaşadığım anıları arşivlerken, bu sistemi hiç kullanmamış olanlara önermenin keyfini yaşarım.

Sanırım geçen ayın başlarıydı, Ayşe Arman’ın “ev değişimiyle tatil” konulu bir röportajı yayınlanmıştı. Bilmiyorum artık o yazının tesiriyle mi, yoksa insanların alternatif tatil arayışlarının yoğunlaşması nedeniyle mi, Homelink ve tatil konulu eski yazılarımın okunurluğu arttı.
O yüzden ben de, her yıl yaptığım gibi, hem seyahat öncesi birkaç satır yazmış olayım ve hem de ev değişimiyle tatil konusunu kendi sayfamda bir kez daha güncelleyeyim istedim.

Daha ayrıntılı fikir edinmeniz için,Homelink sitesini ( http://www.homelinkturkey.com/ ) incelemenizi tavsiye ederim.

Hollanda’dan  yazacağım tatil yazılarında buluşmak üzere, hoşçakalın...


***

4 Haziran 2012 Pazartesi

Aşka Veda-Can Dündar


“Aşk,  devrimcidir, düzene meydan okur; hesaba kitaba gelmez, sınır, kural, engel tanımaz…
Deprem gibidir aşk, bakmaz, gelir, vurur. 
O bir türlü vazgeçemediğimiz, o her daim ihtimal dâhilindedir...
Sakin denizlere açılan ve hiç kirlenmeyen bir nehir, siz sığ sulardan uzaklaştıkça sizinle beraber derinleşendir…
Dokununca solan bir çiçek, yaklaştıkça solan bir serap; imkân dâhiline girdikçe imkânsızlaşan…
Şehvet sevdadan soyundukça, Eros okunu kırdıkça, piyasa duruma el koydukça can çekişen, körelip çirkinleşen…
Ve kalbimizde azaldıkça, dilimizde çoğalandır AŞK…”
Can Dündar’ın son kitabı “AŞKA VEDA” dan aklımda kalan kırıntılardı yukarıdakiler…

Kadın-erkek arasında, tarih boyunca bir araya getirilememiş, aşk, seks, evlilik bileşeni…
Yüzünde yanağında, yüreğinde aşk denen alazın korunu hissedenler, ateşten gömleği gönüllü giyenler, gönülden bağlanmanın, eriyip çarpılmanın hazzını yaşamış olanlar…
Bir yanda söylenmemiş iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş nesiller, diğer yanda kolay kavuşmuş ama mutsuzlaşmış, yalnızlaşmış zamane gençliği…
Sekssiz aşktan aşksız sekse geçiş…
 Kolaylaşan seks, zorlaşan aşk; kolaylaşan kavuşmalar, kolaylaşan ayrılıklar…
Alıştığım, özlediğim, beklediğim tarzıyla; samimi, duygulu, enfes cümlelerin yazarı Can Dündar ve Aşka Veda…
Bana göre, aşk üzerine söylenmiş, söylenmemiş, düşündüğümüz, düşünmediğimiz, belki de düşünüp dillendiremediğim/iz her şey bu kitapta…
****
Not:
Kitap üzerine Ayşe Arman’ın  yaptığı röportaj (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20490848.aspe)

31 Mayıs 2012 Perşembe

Akdeniz'e Yaz Geldi...




Haberiniz var mı, Akdeniz’e yaz geldi!
(Aaa, biliyorum sizin oralar hala soğuk, yağışlı, o yüzden sakın ola, size hava attığımı sanmayınız..:))
İki yıl önce bahçeme diktiğim kayısı fidanındaki çiçeklerin meyveye dönüşmesini, meyvelerin sararmasını ve olgunlaşmasını nasıl büyük bir heyecanla izlediğimi bilemezsiniz…
Meyveyi ancak pazar ve market tezgâhında görebilen benim gibiler için, bu öyle inanılmaz bir şey ki, bu bir mucize. Her sabah yeniden sayıyorum kayısılarımı; (1…3…15…32…Benden habersiz götüren olmasın, mesele o…Hele olgunlaşan ilk meyveyi dalından koparıp bir yiyişim vardı ki, tam bir seremoni, tam bir ayin:)
Domatesleri erken dikmişim, mevsim gereği yeterince güneş alamayınca fideler boyuna uzadı; e meyvesi de az oldu bu yüzden, her fidede 3-4 domates…
(Vallahi, her sabah onları da sayıyorum, onlarla konuşuyor, tozlarını alıyorum..:)
Bu sabah artık, “Görmemişin domatesi olmuş, koparıp yiyememiş” durumuna düşmeyeyim diye kızaran domateslerden 3 tanesini kopardım, dilimleyip tuzladım, üstüne biraz da kekik ektim. (Aman da aman kim yetiştirmiş bu domatesleri..:)
Salatalıklar 4 adetti, baktım dalında kartlaşacak, kıydım onları da kopardım. (Ne görgüsüzüm değil mi?)
Sivri biberlerin çiçeği ucunda, çıtır çıtır, mis gibi, dolma biberler de öyle…
Taze fasulyeler erken döktü; kılçıksız, adı üstünde “taze”cik…
Patlıcanlar haftalardır çiçekteydi, bir anda belirginleşip büyümeye başladılar. (E bu hafta patlıcanı oturtmak şart oldu…)
Nanelerimi, dereotlarımı, reyhanlarımı söylemiyorum artık…
Sabah 09.00 sıraları, Antalya Lara Plajı…
Bir göl kadar durgun ve mavi Akdeniz, mavi gökyüzü, yükseklerde beyaz bulut kümeleri…
Sabah rüzgârı, iyot kokusu, ufuk çizgisinde demir atmış balıkçı tekneleri…
Yumuşak dalgaların sesi ve güneşin sudan yansıyan renkleri…
Yanı başımda uyuyan deniz; uzaklarda, uyuyan denizi uyandıran neşeli insanlar…

“Meğer baharın hüzünlerini uğurlarken, yazın böylesine geldiğini ben de fark etmemişim(!)”
Aman! O da ne?
Kumlara sere serpe yatmış sarı saçlı, beyaz tenli kadınlar(!); ağızlarının suyu akarak onları seyreden memleketim insanları… Önlerinden geçerken, ruhumdaki muhafazakar kimliğin utanma ve öfkeyle karışık söylenmesini engelleyemiyorum. “Böyle de açılmaz ki, böyle de yatılmaz ki” dememek için kendimi zor tutuyor; seyir deki adamlara hem kızıyor, hem de bir parça hak veriyorum…

Plajın bu tarafındaki yoğun kalabalığın, sadece toplu ulaşım noktasına olan yakınlıktan değil, yarı çıplak, hatta üstsüz güneşlenen kadınlara olan ilgi ve alakadan kaynaklandığı anlıyorum.
Yakın ağaçlardan ağustos böceklerinin ve kuşların sesi geliyor…Güneş başımı, omuzlarımı yakıyor…
Yani, yaz geldi!

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Beni Seven Benim Yanıma...



Adam içmiş içmiş, eve gelmiştir. Gecekondunun kapısına ayağıyla vurarak içeri girer. Kızlar bir köşeye siner. Kadın ayakta, korku ve tiksintiyle sorar.
-Aç mısın?
-Açım tabi len, soruyon mu? Hani sofra?
- Biz yedik de... Dur ben senin yemeğini getirem...
-Ne demek biz yedik, ben gelmeden nasıl yemek yersiniz len?
-Çoluk çocuk acından ölsün mü be adam? Garipler sabahtan beri bir parça kuru ekmekle duruyolardı. Sağolsun anam bulgur, yağ, salça göndermiş, ondan bir çorba pişiriverdim de, yediler…
-Lâf mı soktun sen şimdi bana yani? Ben “Beni yemeğe niye beklemediniz” diyom, sen ne diyon...Anan bulgur göndermese bir kap yemek yapmayacak mıydın şu eve, acımızdan ölecek miydik yani?
-Yav adam, ne zamandır eve yiyecek bişey getirmiyon... Salak mıyım ben, görüyom işte; çalışıp, çalışıp içkiye veriyon. Bize gelince, bir kuru ekmeği reva görmüyon... Heee, anam olmasa acımızdan ölcez elbet!
-Ulan kırkta yılda bir içtik diye söylediğin lâfa bak. Başlatma şimdi o senin "oro.pu" anandan… O andaval kocasının parası olmasaydı b.k yedirirdi anan size ekmeği… Boş ver onu bunu da, hem o kaçıncı cici babandı ha dördüncü mü, beşinci mi ha? Hah hah haaaaa!..
-Yine başlama anama sövmeye… N’apsın gadın, aç kalıp da sokağa mı düşeydi? Sırf bebeleri için evlenmiş üç defa… Or..puluk mu bu?
-Doğruuu, çocuklarının hatırına üç kocaya varmış sevgili kaynanam… İmam nikâhıyla hepsi laaa!
-O ister miydi öyle olsun… Gadın tarlada, bağda, bahçede çalışıp dört çocuğunu büyütmeye çabalamış... Gazandıklarını gocaları yemiş. Babam da, ondan sonra anamı alanlar da senin gibi hayırsız çıkmış işte. Allahtan son babalığım anamı sevdi de kadının yüzü biraz güldü. Hem Allah razı olsun, öyle eli açık bir adam ki tek lâf demiyor anamın bize verdiklerine.
-Ne veriyormuş anan len; yarım okka bulgur, bir kaşık salça, üç, beş yumurta…Onu mu kakıyon şimdi başıma?
-Nankörlük etme! Dışarıdaki goca ineği de anam vermedi mi? Sütünü satıyom da üç beş guruş para görüyor cebimiz...
-Yeteeer, kes leeen! Getir ne b.k pişirdiysen şuraya da, azıcık zıkkımlanıp yatayım beee!
Bu arada dış kapıya yakın bir yerde toplanan üç kız, korkuyla olanı biteni izleyip fısıldaşırlar:
-Yine çok kızdı, yine dövecek anamı, yine nineme gidecez...
-Amaaan, alıştık artık, dövsün de gidelim beee... Üç beş gün karnımız doyar hiç değilse
Kadın sofra bezini serer, adam paçasını toplayarak bağdaş kurar. Sonra kadın, bir tepsinin içinde bir tas çorba ile birkaç parça bölünmüş ekmek getirir.
Adam hiddetle:
-Ne bu len? Köpeğe atar gibi, ne bu? Üç kaşık yemekle nasıl doyarım ben?
-Çocuklar yedi napayım,anca bu gadar galdı…
Adam öfkeyle, içindekilerle beraber tepsiyi savurur:
-Ulan ben kocayım koca, bu evin erkeğiyim ben. Bu kadar mı yemek bırakılır bana laaaan!
Kadının üzerine yürür, kadın hızla kapıdan avluya kaçar. Adam bu defa kızların üzerine koşar:
-B.k yiyin siz, b…k! Boşalın da semerinizi yiyin emi! Kıtlık getirdiniz bu eve len, kıtlık!
Kızlar da korkuyla avluya yönelirler ve ağlamakta olan annelerinin arkasına sığınırlar. Bu arada avluda, anneannenin verdiği inek durmaktadır. İnek eşinerek ve kulaklarını seğirterek sanki olanı biteni izler...
Adam, onların peşi sıra koşarak avluya çıkar. Sözde kendine hâkim olmaya çalışarak, sakin sesle konuşmaya çalışır:
-Ne yaptım ben şimdi lan, ne yaptım? Paşalar gibi evime gelmişim, iki lokma yemek yiyecem, yatacam, dinlenecem. Burnumdan geldiniz be, burnumdan!
Elindeki ayakkabıyı karısının kafasına fırlatır, kadın eğilince ayakkabı ineğin yanına düşer. İnek ürker,tedirgin kımıldanır...
Adam daha da sinirlenir, dövmek üzere karısına doğru hamle yapar, bir yandan da konuşur:
-Seni dövmek şart oldu, şart… Bak yine kızlarını da almışın arkana… Hep senin yüzünden bunlar sevmiyo beni. Sen kışkırtıyon bana karşı bunları. Bak, bak, bak, nasıl da nefretle bakıyolar bana!
-Onlar seni seviyo, seviyo ama bana yaptıkların için senden uzaklaşıyolar,o yüzden senden gorkuyolar… O yüzden hep benim yanımdalar…
-Korkuyolar ha, uzaklaşıyolar ha! Bak, bak, bak... Senin dilin çok uzadı haberin olsun… Hııımmm, anlaşıldı, galiba sen yine anana kaçacan, kaçacan da yerini hazırlıyon belli! Kızların da mı gelecek senle ha?
-Yeter artık yeteeer! Evet, gızlar da gelecek. Hem bu defa geri dönmeyecem. Bu defa, ne kadar pişman olsan da, seni hiç affetmeyecem!
Adam birden durur, alaycı bir ifadeyle:
-Demek kızlar beni de seviyolar ha, nerden belli? Bi gün de “babam sen haklısın” desinler ya, bir gün de benden yana çıksınlar da şu koca dişimi kırayım yaaa!
Kızlar,”gidelim” diye anneyi çekiştirirken, adam onların tavrını görmezden gelir:
-Dur bakalım duur! Madem öyle, demokratik olalım. Onlara soralım, seni mi, yoksa beni mi daha çok seviyolar, bakalım hangimizin yanında olmak istiyolar!
Adam, kadının kolundan hızla çekerek kızlardan uzaklaştırır, kadın avlunun bir yanında, adam bir yandadır. Kızlar ve evin ineği ise diğer tarafta durmaktadır.
-Beni seven benim yanıma,, anasını seven anasının! Hadi bakalım kimi seviyosanız onun yanına geçin! Hadiiii! Çabuuuuuk! Göreyim bakalım beni sevenleri…
Kızlar, babalarının hışmından korkarlar yine de hızla annelerinin arkasına geçerler.
Adam ağlayan gözlerle kadına, sonra kızlarına bakar, dizlerinin üzerine çöker, ağlamaya başlar:
-Yalancı k..t.k, yalancı! Hani beni de seviyolardı lan, nerde, hani? Bunların kanı bozuk kanı, DTT var bunların kanında DDT…Kimse beni sevmiyo, hiç kimse beni anlamıyooo ..!!!!!!!!!!!!!!....
O sırada, evin ineği ağır ağır yürür, annenin arkasında titreşmekte olan kızların yanında o da yerini alır, adama bakar ve gözlerini kırpıştırarak bağırır:
-MÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖÖ

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Uçmak korkusu...





Yaz sezonu nedeniyle ardı arkası kesilmeyen uçakların, deniz üzerinden gelip, yere iyice yaklaşarak havalimanına süzülmelerini izlerken, içimde o tanıdık korku belirdi, panikledim(!)
Uçmak…
Uçmak dedim de; İstenmeyen bir durumdan kurtulmak için, hızla ortadan yok olmak da uçmaktır, bir yere yetişmek için süratle gitmek de uçmak...
Yüksek bir yerden hızla aşağı düşmek uçmaktır ama diğer yandan üzüntü, endişe ya da korkudan yüzümüzün solması da uçtu diye tanımlanır…
E güneş altında çok kalan bir nesnenin rengi de uçar…  
Sevinçten de uçulur, keyif verici bir maddenin etkisiyle de…
Aslında uçmak, kuş ya da kanatlı böceklerin, uçakların vs.nin düşmeden havada yol almasıdır.
(Hadi canım, doğru söyle!..)
Aslında “uçmak” deyince ilk akla gelen şeyin uçak ya da benzeri bir araçla uçmak olduğu ortada.
E siz bakmayın canım benim lâfı böyle evirip çevirdiğime, anlatacağım şey de uçakla uçmakla ilgili zaten.
Ağustos ayında yapacağım yurt dışı seyahati için internette ekonomik uçak bileti ararken, son yıllarda ne kadar sık uçak yolculuğu yaptığımı düşündüm.
Hızla çoğalan özel hava yolu firmalarının kaliteli hizmeti, yaşadığımız şehirden uçakla gidebileceğimiz merkezlerin çoğalması, hava yoluyla seyahatin ucuzlaması ve de galiba internet vasıtasıyla, oturduğumuz yerden ucuz ve kolay bilet almanın, üstelik hızlı ulaşımın ve güvenli yolculuğun dayanılmaz keyfi…
Güvenli yolculuk dedim de…
Bundan yıllar önceydi. Yine bir yurt dışı seyahati için uçakta yerimizi almış, kalkış ikaz ve anonsuyla kemerlerimizi bağlamıştık.
Uçak hızla hareket etmiş, önce burnu kalkmış, sonra yerle teması kesilmişti. Ben tatile başlamanın mutluluğuyla tam aşağıdaki manzarayı seyrediyordum ki birden, karın boşluğumdan göğsüme doğru  bir baskının yükseldiğini fark etmiştim.
Bu öyle bir şeydi ki; yoğun bir heyecan ve korku duygusu, bir çarpıntı, bir çaresizlik, bir kıstırılmışlık duygusu…En beteri de, güvensizlik duygusuyla şahlanan, düşmek ve ölmek korkusu... Bu daha önce hiç yaşamadığım tam bir karabasandı.
Hani güvenli yolculuk dedim ya, o anda kimse beni uçakla uçmanın güvencesi hakkındaki "palavra"ya inandıramazdı...
Panik halinde, yanımda oturan eşime ve ablama dönüp fısıldadım;
“Ben çok kötüyüm, acayibim, dayanamayacağım, ben gidemeyeceğim!”
İkisi birden, şaşırarak ve alay ederek yüzüme baktılar;
”Saçmalama be, nerden çıktı bu?”
“Çok korkuyorum, elimde değil; düşecekmişiz gibi, sanki ölecekmişim gibi…”
İnanmamışlardı tabi;
“Dur dur, kaptana söyleyelim de yavaş sürsün,hah hah!... Yok yok, en iyisi kaptan seni ilk durakta indirsin… Hah hah hay!”
E durup dururken inanılır gibi değildi ki bu halim; onlarda ciddiye almamışlardı haliyle.
Öyle bir haldi ki;
"Of Allahım, sıkıldım, bayılacağım, hava alacağım, açın şu camı !” desem, olmaz...
”Vazgeçtim, gitmiyorum ” desem, olmaz…
“Düşmekten korkuyorum yaaa…Duruuun ben ineceğim!” diye bağırsam, olmaz…
Düşünürken gözlerim nasıl büyüdüyse, dalga geçmeyi bırakıp, endişeyle elimi tutup beni sakinleştirmeye çalışmışlardı…
“Korkma canım, bak ben yanındayım… Tut elimi, tut elimi!”
(Yanımda mısın?  Heee iyi, birlikte düşeriz öyleyse!...)
O arada ablamın, bana yanındaki sakinleştirici haptan yutturduğunu, bir yandan da “başka şey düşün, başka şey düşün!” diye teskin etmeye çalıştığını hatırlıyorum…
Allahtan çok sürmedi, iki üç dakika sonra, tam boğulmak üzere olduğumu hissettiğim bir anda; nasıl olduysa içimdeki o baskı, o düşmek korkusu, o kâbus, sanki beynimin üstünde açılan kapaktan “pıt” diye çıkıp gitti, gözümün önündeki sisli perde kalktı, kulaklarımın uğultusu kesildi…
E düşmeden(!) ayaklarım karaya bastığındaysa, utanmasam yeri öpecek durumdaydım…
Tatil sırasında, binlerce metre yüksekte uçmakta olan uçakları gördükçe, zaman zaman aynı korkunun vücudumu sardığını hissetmiş, ama uçakla geri dönmekten başka seçeneğim olmadığı için bu duyguyla baş etmenin zorunluluğunu anlamıştım.
Daha sonraları yaşadığım o güvensizlik ve ölüm korkusunun hafif bir panik atak krizi olduğunu öğrendim. Profesyonel bir yardım almadım, ama tavsiyelere uyup korkularımın üstüne gittim ve uçakla yolculuk etmeye devam ettim.
Bir daha da öyle bir travma yaşamadım, yaşamadım da, bu sabah inişe geçen uçaklara baktıkça içimde dolaşan ürperti, o korku durumu neyin nesiydi, işte onu anlayamadım (!)