2 Şubat 2012 Perşembe

50 yi geçince...



Tam da:
“Ooohhh!..Her şey yoluna girdi” derken, nereden çıktı bu hastalık yine yahu?
Yok, sol elimin parmağı, yok sağ el bileğimin sıkışan sinirleri, yetmezmiş gibi kafamdaki kocaman yağ butonları.
Aldırdım, iyileştim derken, aniden yükselen tansiyonum.
Tam tansiyon ayarını yapmışken, sol dizimde ortaya çıkan dayanılmaz ağrı, sağ ayak parmağımdaki maraza…

Ya dünden beri boğazımdaki yanma, kargalara özenen ses tellerim?
Bu böyle ne kadar sürecek bilmem!
Yaklaşık 12 yıl önce, kırklı yaşlar kategorisine(!) girdiğim çağlardı.
Midemde oluşan yara hakkında kapılarını aşındırdığım doktorların kimisi "psikolojik", kimisi "genetik" demişti. Sonra "virütik" diyeni de, "yeme alışkanlıklarından" diyeni de olmuştu…
Bilemem!
Bildiğim; o dönemde, midemdeki ülseri def edene kadar akla karayı seçmiştim.
Daha sonra, bir yurt dışı seyahati dönüşünde, abartarak yaptığım alışverişten dolayı gülle kıvamına gelmiş o koca bavulu taşımaktan, sağ omzumdaki kasta küçük bir yırtılma oluşmuş; o yüzden aylarca ağrı çekmiş, tedavisi içinse haftalar boyu hastaneye taşınmıştım.
Sanki ta o zamanlardan beri her gün bir yerlerim ağrıyor ya; işte ben buna şaşıyorum...
!
Bu aralarsa çelişik duygular içindeyim…
Neden mi?
Toplum merkezindeki öğrencilerim, 40-45 yaşındaki anneleri ya da kayınvalideleriyle beni kıyaslayıp, onlardan genç olduğumu iddia ediyorlar ya, ne yalan söyleyim, çok seviniyoruuum!..
Çok uzun yıllardır yediğimizin içtiğimizin ayrı gitmediği, hepsi benden  8-10 yaş küçük arkadaşlarımsa, beni kendileriyle her daim akran görüyorlar ya, ne saklayayım; bayılıyoruuum!..
Ama asıl; hani karşı cinsten, hele hele yaşça benden küçük bazı yakışıklılardan ara sıra iltifat alıveriyorum ya, öyle gaza geliyorum, öyle gaza geliyorum ki, vallahi kendimi çiçeği burnunda genç bir kadın gibi hissediyoruuum!..
Hani şu Doğrucu Davut aynalarda kendimi görmesem,  neredeyse inanasım gelecek bu pembe yalanlara yahu!…
Yok, göstermiyormuşum, yok annelerinden gençmişim, yok nasıl beceriyormuşum da her hafta sonu başka bir eğlenceye gidiyormuşum.(Nazara gelecem valla!)
!
Yapmayın efendim, kafa bulmayın benimle!
"Şu güzelim tatil gününde neden  böyle yatak döşek yattın?” diye hiç merak etmiyorsunuz ama!
Ayrıca siz, günlerdir plânladığım halde, aniden hastalanınca katılamadığım, hani şu dün geceki kız kıza eğlencenin bende yarattığı mahrumiyet hissinden ve o hisle uğradığım derin yıkımdan da habersizsiniz tabi!
Ha siz; daha akşamın dokuz, dokuz buçuğunda karşı koyamadığım uyuklama hallerimi ve 3 hafta deyince saçımın dibinden çıkan beyazlarımı, ta sırtıma kadar yayılmış selülitlerimi ve 72 den aşağıya dirhem kımıldamayan kilolarımı vede 40 dan 46 ya çıkan bedenimle olan didişmelerimi de bilmiyorsunuz elbette!
Peki siz; her yıl bir parça daha büyüyen şu koca gıdığım fotoğraflarda belli olmasın diye nasıl artistik pozlar verdiğimin farkında mısınız,  hııııı?
!
Yaaa...
Dayanamayacağım, itiraf edeceğim işte:
”Maalesef, bunların hepsi yaşlanmaktaaan, eskimekteeen!…”
Ve bilseniz de/ bilmeseniz de; bendeniz, 50 yılı devirmiş bir ba(Ğ)yanım artık!
?
-Evet, öyleee...
?
-Efendim?
-Neee?
-50 Yılı ne zaman mı devirdim?
!
-E size ne? “Eskimek, yaşlanmak” dedikse; “ o kadar da meraklı olun” demedik ya canım…
Kendi acım kendime yetiyor zaten; öf  be!!!




Berlin Kaplanı




Ben yaşta olanlar iyi bilirler, televizyonun hayatımızı bu kadar teslim almadığı yıllarda sinemaya gitmek, en büyük zenginliğimizdi, lüksümüzdü, eğlencemizdi…
O devirde benim yaşadığım şehirde 2 sinema salonu vardı. Bunlardan birinde yabancı, diğerinde Türk yapımı olmak üzere 2 film birden gösterilirdi ve programlar haftada bir değişirdi.
Gösterimi başlayan her film, önce annemle babamın sansüründen geçer, eğer filmde öpüşme sahnesi(!) yoksa, bize o filmi izleme izni çıkardı.
Bazen, arkadaşlarla, bazen kuzenlerle sinema keyfini paylaşır, sinema çıkışında o filmin kritiğini yapar, ilginç ve vurucu sahneleri birbirimize yeniden anlatır, yeniden hüzünlenir, yeniden heyecanlanır, esas oğlanla, esas kızın imkânsız aşklarıyla  bir kez daha yanar, mutlu sonlarla  çocuksu bir sevinç, biraz da gizli kıskançlıklar yaşardık…

İşte hayal dünyama inanılmaz zenginlikler  katan o Türkan Şoray’lı, Kartal Tibet’li,Fatma Girik’li filmleri izlediğim yıllardan beri Türk Sinemasının gönlümde ayrı bir yeri vardır.
Halen bu ilgim devam eder ve ben o yüzden vizyona giren Türk filmlerini kaçırmadan izlemeye çalışırım…
Belki hikâyelerin, karakterlerin bizden olması, belki genç-yetenekli yönetmenler ve oyuncularla zenginleşen Türk Sineması, farklı mizah, belki farklı ve cesur bakış açıları...
Bilmiyorum; belki de  hepsi yüzünden son iki yıldır sinemada, sadece Türk filmlerini izlemeyi tercih ediyorum…
Benim için önemli olan o filmde geçirdiğim zamanın kalitesi... Önemli olan, hikayesi, oyunculuğu, görüntüsü ve müziğiyle bana neler  hissettirdiği...İlle de bir mesaj almam gerekmiyor…
Yeter ki o film,  yüreğimin üzerinde hoş bir iz bıraksın; biraz hüzün, biraz sitem, belki biraz öfke, biraz pus…
Ya da aynı Ata Demirer’in “Berlin Kaplanı”nda olduğu gibi, dudağımın kenarını günlerce terk etmeyen bir gülümseme bıraksın…

Hem Ata Demirer’in keyifli oyunculuğuna olan hayranlığım, hem filmin büyük bir kısmının Antalya’da çekilmiş olması, hem de figürasyonda rol alan Antalya Belediye Tiyatrosundan tanıdığım bazı oyuncuları izlemek istemem nedeniyle, hiçbir yorumu beklemeden, hiçbir kritiği dikkate almadan, vizyona girdiği ilk gün izledim Berlin Kaplanı’nı ve çok sevdim...
Çünkü filmin hikâyesi sıcacıktı, samimiydi, keyifliydi…
Konuşması, aksanı ve tiplemesiyle Ata Demirer çok inandırıcıydı,gerçekti, tam bir Almancıydı; yani o kadar çevremizdendi, o kadar içimizdendi…
Filmdeki mizahi, duygusal ve sosyal unsurların pek çoğu gelenekseldi, tanıdıktı, bizdendi…
Oyuncuları, mekânları, manzaraları ve Fahir Atakoğlu müziğiyle de bana göre tam bir seyirlikti…
Daha ne olsun?
Filmden çıkarken suratıma yerleşen o "şapşal gülümseme" saatlerce gitmemiş; yanımdakiler öyle söylüyor…
Film hakkında yazılan, çizilen, izletilenlerin dışında, bir izleyici olarak ekleyeceğim fazlaca bir şey yok aslında…
Sadece; bir sinema filminden ne beklediğinizi bilemem ama iyi, kaliteli ve neşeli zaman geçirmek istiyorsanız, “KAÇIRMAYIN” derim…