5 Ağustos 2011 Cuma

kukla


Başucumda, aylardır okunmayı bekleyen 3 kitap vardı;

Can Dündar’ın “Lüsyen”i, Ahmet Ümit’in “Kukla”sı ve Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı…

Tatile çıkmayı fırsat bilip, üçünü de yanıma aldım.

Tatil işte, ne olacak, tek işim gezmek, tozmak, bunun dışında yan gelip yatmak, kısacası aylaklık etmek ya...

Hele güneşin yaklaşık 18-20 saat batmadığı, serin, sessiz ve yeşile teslim olmuş bir yerdeyseniz kitap okunmaz da ne yapılır ki?

Ben de okudum tabi, ama sadece Lüsyen’i ve de Kukla’yı…

İlk önce; Tanıtımlarından, kritiklerinden etkilendiğim ve de bazı arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine edindiğim “Tutunamayanlar”ı okumaya başladımsa da itiraf etmeliyim ki, çok arzu ettiğim halde “Tutunamayanlar”a hakikaten tutunamadım (!)

Belki yeterince entelektüel bir kişi olmadığımdan, belki felsefeye çok yakın olmayışımdan, ne bileyim belki de içinde bulunduğum tatil atmosferine ağır geldiğinden olacak, 85. sayfasında okumayı bırakıp, tercihimi diğer kitaplardan yana kullandım.

...

En sıradan, en ortalama, en insani herhangi bir durumu, en ince detayına kadar sayfalarca anlattığı halde okuyucunun sıkılmadan ilgiyle okuması…

Okuyucunun kendini, hikâyenin kahramanının yanıbaşındaymış, karşısındaymış gibi hissetmesi…

Okuyucunun kahramanla eş zamanlı, bir duygudan bir duyguya, bir düşünceden bir düşünceye gezmesi…

Olayların arasına bilinçli olarak soktuğu aşk hikâyelerinin de hayatın içinden ve bire bir yaşanan/cak türden olması…

Kullandığı dilin akıcılığı, sözcüklerin yerindeliği, onca grift hikâyenin böylesine ilginç ve anlaşılır kurgusu…

Evet, Ahmet Ümit ‘ten bahsediyorum ve de“Kukla” dan…

Aşk Köpekliktir, Sis ve gece, Bab-ı Esrar, İstanbul Hatırası kadar nefes nefese ve ilgiyle okuduğum bir kitap oldu “Kukla”. Kitabın ilk basımı 2002 yılında, son basımı 2010 da yapılmış.

Romanında, yıllar öncesinin o tam olarak çözülememiş, hâlâ tam aydınlığa kavuşmamış Susurluk Kazası’na göndermeler yaparak, gizli örgütlerden, kendi çıkarları için vatanı satan hainlerden, canilerden, aldatılan gençlerden bahsetmiş Ahmet Ümit…

Ve eskiden yaşanmış ama hâlâ yepyeni, hâlâ güncel ve hâlâ değişik versiyonlarıyla tekrarlanmakta olan, herkesi ilgilendiren, herkesin aklını, ruhunu karıştıran, kimilerininse hayatına mal olan entrikalar dizisini enfes bir kurguyla birleştirmiş, hikâyeleştirmiş.

Alkol bağımlılığı yüzünden bozulan evliliği, dibe vuran kariyeri ve kaybettiği işi nedeniyle depresyona giren, ayrıldığı karısına karşı beslediği duygu ve düşünceleriyle ve de tavırlarıyla “Öyle bir geçer zaman ki” dizisindeki “Ali Kaptan” karakterini çağrıştıran, eski gazeteci Adnan...Onun, eski bir ülkücüyken karanlık güçlerin tetikçisi haline gelen üvey kardeşi Doğan….Ve emniyet üst birimindeki güçlü ve gizemli konumuyla, soruşturmanın en başındaki kişi Müfit'le, çevresindekiler arasında dokunmuş çok ilginç bir öykü…

Başından sonuna kadar merak ve heyecanla ve de soluk soluğa bir Ahmet Ümit klasiği okumak isteyenlere tavsiye ederim.

31 Temmuz 2011 Pazar

E biraz da Stokholm...


Bu kadar geç yazmamın nedeni bu belki de;

"Nereden başlayacağımı bilemiyorum!"

Saat 23.00 sıralarında, yaklaşık 4-5 bin metre yükseklikten havalimanına doğru inişe geçmişken, kaybolmamak için direnen güneşin ufku boyadığı kırmızı renklerden mi?

Parlament maviden, siyaha dönmek bilmeyen gökyüzü fonu altında bir dantel gibi görünen kıyılar ve görsel bir şölene ev sahipliği yapan irili ufaklı yüzlerce ışıltılı adadan mı?

Akşam 22.15 sıralarında, kaldığım evin yanıbaşındaki gölü yakarak batan güneşle yaşadığım flörtten mi?

Ve saat O4.00 de aydınlanan gökyüzünden mi?

Yoksa uzansam tutacakmışım hissini veren şu bembeyaz bulut kümelerinden mi?

Issız, sessiz, bazen bir otomobilin, arada bir yürüyüş yapan insanların geçtiği, tertemiz ve kocaman ağaçlı sokaklardan mı?

Bir içim su dedikleri cinten, ağzı burnu fındık gibi, civciv sarısı İsveçli genç kızlardan mı?

Yoksa kendimi ufak tefek, zayıf ve formunda hissetmeme yardımcı olarak büyük sevaba giren, orta yaş grubu, iri yarı İsveç kadınlarından mı ?

Kucaklarında ya da pusetlerinde beceriyle taşıdıkları bebekleriyle bir anne yakınlığıyla ilgilenen, hani güzel kızlarından bahsedilirken İsveç’te sanki erkek cinsi yokmuş muamelesi gören, genç ve üstelik çok yakışıklı İsveçli erkeklerden mi?



Homelink aracılığıyla pek çok Avrupa kentini gezmiş biri olarak, bu yıl “Artık biraz da İskandinav Ülkelerini gezmeliyiz” dediğim bir zamanda gelmişti İsveçli ailenin ev değişim teklifi...

İşte o zaman oturup internetten araştırmıştım;

"Stokholm tam olarak nerede? Nereleri gezilmeli, bu kentte neler yapılmalı ?” türünden şeyleri…



Tatilimi geçireceğim ev orada olduğu için, Stokholm’ün yeni ve çok önemli bir yerleşim bölgesi olan Sollentuna da başladı İsveç maceram…

Dallarında oynaşan yüzlerce kuşun muhabbetiyle şenlenen ve yapraklarında rüzgarın dans ettiği, çınar, meşe, kestane, fındık ağaçlarıyla dolu koyu gölgeli ormanlarıyla…

Göz alabildiğine yeşillikler arasına serpiştirilmiş, modern ve bahçeli evleri, düzenli yolları ve tüm Stokholm’de olduğu üzere son derece gelişmiş toplu ulaşım sistemiyle…

Evin doğusundaki karaya sokulmuş koca deniz parçasının parklarla, marinalarla bezenmiş kıyılarıyla…

Ve evin batısında, onların küçük buldukları, bana göre devasa olan ve her gün hayranlıkla günbatımlarını izlediğim o harika gölüyle…

Hele ki, burada geçirdiğim günler boyunca bana verdiği dinginlik ve huzurla, anılarımın başköşesinde şimdiden yer aldı Sollentuna…

...

İsveç deyince nasıl, Nobel, Elektroluks, Volvo, Ikea isimleri aklıma geliyorsa; Stokholm deyince de, Malaren Gölü’nun Baltık Denizi ile buluştuğu noktada, 14 ada üzerinde kurulmuş, müzeleri, kanalları ve köprüleriyle tanınan, yaz sıcaklığı 20-22 dereceyi geçmeyecek kadar yağışlı ve serin şehir, İskandinavya’nın, bu en çok ziyaret edilen, bu çok gelişmiş ve modern kenti gelecek aklıma bundan sonra…

680 SEK ödeyerek aldığımız bir ay geçerli seyahat kartı (travelcard) sayesinde tüm toplu ulaşım vasıtalarını sınırsız kullanma hakkımız olduğunu öğrenince, biz de bu fırsatı değerlendirerek üçüncü günden itibaren sık sık şehir merkezine inmeye başladık.

Bu gidip gelmeler esnasında fark ettim ki, İsveç dünyanın pek çok yerinden göç alan bir ülke.

Adım başı karşılaştığım yurdum insanları ve duyduğum Türkçe konuşmalar, bende biraz Almanya’da, biraz Türkiye de olduğum yanılgısını yaratmakla beraber, ilk günlerden beri, ekonomisi tıkırında, istihdam sorununu çoktan çözmüş ve de insana değer veren bir ülkede olduğumun farkındayım.

Bu arada, Stokholm’ün şimdiye kadar gezdiğim bütün Avrupa kentlerinden daha pahalı bir yer olduğunu, ayrıca kent merkezindeki o çok gösterişli alışveriş merkezlerinin, bırakın Ankara, İstanbul'dakileri, Antalya’daki AVM’lerin yanında bile son derece sönük kaldığını, buna karşın vitrinlerdeki etiketlerin bizdekilerle kıyaslanmayacak kadar yüksek rakamlı olduğunu belirtmem gerek...

Şimdi… Hani gezginlere tavsiye edilen, hani o mutlaka en görülmesi gereken yerler vardır ya, düşünüyorum da, burada tavsiye edilenlerin çoğunu gezmişim, görmüşüm.

Ancak, bu şehir hakkında internette kolayca bulabileceğiniz, benim de çoğunu yeni öğrendiğim ansiklopedik bilgileri (http://tr.wikipedia.org/wiki/Stokholm)size anlatmanın anlamsızlığını da biliyorum...

Ama yine de;

Karayla iç içe girmiş Baltık Denizinin, çoğu zaman göllerle kaynaşarak burayı bir su şehri haline getirdiğine gözlerimle şahit olduğumu…

Unesco’nun dünya mirasında da yer alan,Gamla Stan'ın en eski yerleşim adası olduğunu, tarihi dokusu, pastel renkli binaları, parke taşlı dar sokakları, hediyelik eşya satan dükkanları ve daha çok turiste hitap eden cafe ve restoranlarıyla cıvıl cıvıl atmosferini…

Saat 13.00 sıralarında Royal Palas’taki( The Royal Palace) tantanalı nöbet değişimini izlemenin verdiği keyfi…

Sık sık karşınıza çıkan su kanalları ve adaları birbirine bağlayan yüzlerce köprüsüyle bu kentin Venedik’i çağrıştırdığını ve Stokholm’e bu yüzden“ İskandinavya’nın Venedik’i” dendiğini…

Nybroplan’dan bindiğimiz tur teknesiyle, 55 dakikalık bir adalar gezintisi yaparken çocuklar gibi şenlendiğimi…

Djurgarden’in, tarihi ve doğal dokusuyla bir açık hava müzesi ve adrenalini maksimuma çıkaran lunaparkıyla, müzikli cafe ve restoranlarıyla dünya cenneti bir ada olduğunu…

Ve 155 metre yüksekliğindeki Kaknas TV Kulesi’ne(Kaknasstornet) çıkınca, deniz, göl ve kanallarla, suya ve yeşile teslim olmuş Stokholm manzarası karşısında nasıl büyülendiğimi anlatmadan duramadım işte...

Henüz akşam ışıkları altındaki Stokholm’ü göremedim, Royal Palas’ı, Nobel Müzesini, Ice Bar’ı, Glob Arena’yı gezemedim.

Ama daha 9 gün buralarda olduğuma göre?…